Vakıflar Kesintisiz Hayır
İbn Ömer'den (ra) rivayet edildiğine göre,
Hz. Ömer, Resûlullah (sav) zamanında Semğ isimli hurma bahçesini tasadduk etmek istemiş ve Efendimize gelerek, “Yâ Resûlallah! Ben çok nefis bir
hurmalığa sahip oldum. Bu hurmalığı tasadduk etmek istiyorum.” demişti. Hz. Peygamber (sav) ise cevaben, “Satılmaması, hibe edilmemesi, miras
bırakılmaması ve ancak meyvesinden infak edilebilmesi şartıyla oranın aslını tasadduk et.” buyurmuştu.
(B2764 Buhârî, Vesâyâ, 22)
***
Amr b. Hâris şöyle söylemiştir: “Peygamber (sav) (vefat ettiğinde) silahından, beyaz katırından, bir de sadaka olarak bıraktığı Hayber (Fedek) arazisinden
başka bir mal bırakmadı.”
(B2912 Buhârî, Cihâd, 86)
***
Ebû Hüreyre'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “İnsan ölünce şu üçü dışında amelleri(nin sevabı) kesilir: Sadaka-i câriye (faydası
süregelen hayır), faydalanılan ilim, arkasından dua eden hayırlı evlât.”
(M4223 Müslim, Vasiyye, 14)
***
Mahmûd b. Lebîd anlatıyor: Osman b. Affân bir mescidi yaptırmak istedi. Ancak insanlar bundan hoşlanmayarak onu olduğu gibi bırakmasını istediler.
Bunun üzerine Hz. Osman, Resûlullah'ın (sav) şöyle buyurduğunu işittiğini nakletti: “Kim Allah rızası için bir mescit yaparsa/yaptırırsa Allah da onun için
cennette benzeri bir (ev) yapar.”
(M7471 Müslim, Zühd, 44)
***
Enes b. Mâlik'ten rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Bir Müslüman bir ağaç diker de onun meyvesinden bir insan yahut hayvan
yerse muhakkak o yenilen şey, ağacı diken kimse için bir sadaka olur.”
(B6012 Buhârî, Edeb, 27)
********************
Hz. Ömer ilk defa böylesine güzel bir bahçe sahibi oluyordu. Hayber'de, kendisine ait yüz hayvanı satarak aldığı hurmalığı, gerçekten de Hz. Ömer'in o
zamana kadar elde edemediği güzellikteydi. Hemen Resûlullah'ın huzuruna çıktı ve olanları anlattıktan sonra, “Ey Allah'ın Resûlü!” dedi, “Ben bu malımla
Allah'ın rızasını kazanmak istiyorum. Onu nasıl değerlendirmemi uygun görürsünüz?” Allah Resûlü'nün Hz. Ömer'e bu arazi ile ilgili tavsiyesi asırlarca
İslâm dünyasını çepeçevre saracak bir medeniyetin temel taşlarını oluşturacaktı. Ona, “Dilersen aslını vakfet. Mahsulünü sadaka olarak dağıt.” buyurdu. Hz.
Ömer de bahçesini aslının satılmaması, hibe edilmemesi ve miras bırakılmaması şartıyla fakirlere, akrabalarına, kölelere, Allah yolundakilere ve yolculara
tasadduk etti. 1
Yine Hz. Ömer, Medine'de bulunan Semğ isimli hurma bahçesini tasadduk etmek istemiş ve Efendimize gelerek, “Yâ Resûlallah! Ben çok nefis bir hurmalığa
sahip oldum. Bu hurmalığı tasadduk etmek istiyorum.” demişti. Hz. Peygamber (sav) ise cevaben, “Satılmaması, hibe edilmemesi, miras bırakılmaması ve ancak
meyvesinden infak edilebilmesi şartıyla oranın aslını tasadduk et.” buyurmuştu. 2
Hz. Ömer halife olunca vakfının şartlarını ve kimler tarafından idare edileceğini bir vakıfname ile belirledi. Özü itibariyle aynı fakat ayrıntılarında bazı
farklılıklar içeren iki belge yazdırdı. Bu vakıfnameyle o, Medine'de bulunan Semğ ve İbn Ekva' isimli hurmalıkları 3 ile diğer bazı mal varlıklarını Allah
yolunda vakfettiğini belgelemiş oluyordu. Buna göre kızı Hz. Hafsa, söz konusu yerlerin idaresini yaşadığı sürece üstlenecek, daha sonra da bu hayırlı
hareketi Ömer ailesinin ileri gelenleri devam ettireceklerdi. Mahsuller, fakirlere, yoksullara ve kendi yakınlarına infak edilecek fakat vakıf malları alınıp
satılamayacaktı. Onun idaresini yüklenenlerin vakıf malından yemesi, yedirmesi ve gelirleri ile vakfın işlerini yürütecek bir köle satın almasında mahzur
bulunmayacaktı. 4
Bu vakfıyla Hz. Ömer, nesiller boyunca devam edecek büyük bir hayır kapısı açmıştı. Hz. Ömer'den sonra müminlerin annesi Hz. Hafsa ve kardeşi
Abdullah b. Ömer, kendilerine ait bazı mülkleri katarak vakfın sınırlarını genişlettiler. 5 Hz. Ömer ailesine mensup diğer fertler de
yıllarca bu şerefli hizmeti yerine getirdiler ve böylece kesilmeyen bir sevap pınarı oluşturdular.
İslâm, kendisine uyanlara sürekli iyiliği emrediyor, toplum içerisindeki zayıf ve düşkün kimselerin ellerinden tutmalarını istiyordu. Zira bir Müslüman,
mânevî yardımlarının yanı sıra maddî olarak da mümin kardeşini düşünüp kollamak zorundaydı. Bu konu, Allah'ın rızasını kazanmış bir toplum tesis
etmede o kadar önemliydi ki Kur'ân-ı Kerîm birçok âyetinde gücü yeten Müslümanlardan fakirlere yardım etmelerini istemiş, Sevgili Peygamberimiz de bu
önemli düsturu her fırsatta müminlere tebliğ etmişti. Özellikle, “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız
Allah onu bilir.” 6 âyeti infak konusunda müminleri teşvik etmişti. Meselâ, Enes b. Mâlik'in üvey babası Ebû Talha, 7 söz konusu âyeti işittiği zaman, hemen
Beyruhâ isimli bahçesini Allah yoluna bağışlamıştı. Ebû Talha, ensarın en zenginlerindendi. Beyruhâ isimli bahçesi ise onun en sevdiği bahçesiydi. Bu bahçe
mescidin hemen karşısında yer alıyordu. Zaman zaman Resûlullah buraya gelir ve onun içindeki sudan içerdi. “Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda)
harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz...” 8 âyeti inince Ebû Talha da en sevdiği bahçesini Allah yolunda tasadduk ettiğini açıkladı. Efendimiz, “Bu,
kazandıran bir mal!” diye takdirlerini ifade etti ve bu bahçeyi Ebû Talha'nın kendi hısım ve akrabaları arasında pay etmesini istedi. 9
İnfak çeşitlerinden birisi belki de en kârlısı bir malı vakfederek ilelebet insanlığın istifadesine sunmaktı. Çünkü sadaka olarak verilen bir malın harcanıp
tükenmesi söz konusu iken vakıflar, uzun süre ihtiyaç sahiplerine hizmet sunabiliyordu. Fakirlerin ihtiyaçları tükenmek bilmediğine ve kısa süreli
yardımların ardından tekrar muhtaç duruma düştüklerine göre, onların dertlerine kalıcı bir çözüm üretilmesi noktasında vakfın işlevi son derece kıymetli
idi. Belki de Sevgili Peygamberimiz Hz. Ömer'e, “İstersen aslını vakfet, mahsulünü sadaka olarak dağıt.” 10 buyururken bu maslahatı gözetmişti. Nitekim
Efendimiz de Uhud Savaşı'nda şehid olan ve mallarının tasarrufunu Allah Resûlü'ne bırakan, Yahudi iken İslâm'ı seçen güzide sahâbî Muhayrık'ın yedi
parçadan oluşan mallarını vakfetmişti. 11
Ayrıca Amr b. Hâris'in, “Peygamber (sav) (vefat ettiğinde) silahından, beyaz katırından, bir de sadaka olarak bıraktığı Hayber (Fedek) arazisinden başka bir
mal bırakmadı.” 12 şeklindeki sözlerinden de anlaşılacağı üzere Peygamber Efendimizin de vakfettiği bir arazi vardı.
Hayber fethedildiği zaman hurma bahçelerinin bulunduğu Fedek isimli arazide bulunan Yahudiler savaşmadan teslim olmuş fakat topraklarından
çıkarılmamaları karşılığında elde ettikleri ürünlerin yarısını Müslümanlara vermeyi teklif etmişlerdi. Hz. Peygamber de bu teklifi kabul etmişti.
Savaşılmadan ele geçirilen topraklar ganimet olarak savaşa katılanlara dağıtılmayıp Hz. Peygamber'e kaldığı için 13 Fedek, Efendimize tahsis edilmişti. 14 O
da Fedek'ten gelen geliri ihtiyaç sahibi yolculara ayırmıştı. 15 Ayrıca söz konusu gelirleri bekârları evlendirmek için de kullanıyordu. 16
Sözlükte “bir şeyi hapsetmek” anlamına gelen “vakıf”, terim olarak, “yararı kullara ait olacak şekilde bir malı, Cenâb-ı Hakk'ın mülkü hükmünde olmak
üzere mülkiyetinin devredilmesinden veya devralınmasından menetmek” demektir. 17 Bu şekliyle vakıf, câhiliye döneminde pek de bilinen bir şey değildi.
Gerçi ibadethane gibi umuma açık hayır müesseseleri hemen her devirde bulunabilirdi. Ancak câhiliye döneminde gerçek anlamıyla fakiri koruyan vakıflar
yapılmamıştı.
İşte Sevgili Peygamberimiz Hz. Ömer'e, “Aslını vakfet.” demekle âdeta bir zihin dönüşümü başlattı. Sahâbîler, vefatlarından sonra da amel defterini açık
tutacak bu sevap kapısını çok iyi anlamış olmalıydılar. Bu yüzden imkân sahibi olan hemen her bir sahâbî mallarının bir kısmını Allah yolunda vakfediyor,
bu uğurda çaba harcıyordu. Nitekim hicretin yedinci yılında Hayber'in fethinden döndükten sonra Resûlullah, Mescid-i Nebevî'yi genişletme ihtiyacı
hissetmiş ve mescidin yanındaki bir arazi için, “Kim filânoğullarının hurma kurutma yerini satın alırsa Allah onu bağışlar.” buyurmuştu. Hz. Osman söz konusu
araziyi satın almış ve Efendimizin tavsiyesi doğrultusunda mescide bağışlamıştı. 18 Öte yandan Müslümanların kullanmasına izin vermeyen bir Yahudi'nin
elinde bulunan Rûme kuyusu 19 için de Allah Resûlü, “Kim Rûme kuyusunu satın alırsa (ve Müslümanlara vakfederse) Allah onu bağışlar.” buyurmuş, yine Hz.
Osman bu kuyuyu alıp müminlerin istifadesine sunmuştu. 20
Hz. Peygamber'in vefatından sonra da sahâbîler arasındaki vakıf şuuru yaygınlaşarak devam etmişti. Örneğin, Hz. Ali, Medine bölgesinde kuyularının
çokluğuyla meşhur Yenbu' arazilerini vakfetmiş ve Hz. Ömer'inkine benzer bir vakıfname yazdırmıştı. 21 Tâif'teki Veht arazisi de ibadete düşkünlüğü ve Hz.
Peygamber'in hadislerini yazması ile tanınan Abdullah b. Amr'ın vakfıydı. O, söz konusu araziyi Amr b. Âsoğulları'na vakfetmişti. Nakledildiğine göre,
Abdullah b. Amr, Resûlullah'tan işiterek
yazdığı hadis sahifesinin yanı sıra söz konusu vakfına o kadar çok değer veriyordu ki, “Hayatımda en çok hoşuma giden şey, şu es-Sahîfetü's-sâdıka ve Veht
arazisidir.” diyordu. 22
Bazı sahâbîler ise evlerini aslının satılmaması ve hibe edilmemesi şartıyla çocuklarına vakfediyorlardı. Meselâ, Erkam b. Ebu'l-Erkam, İslâm'ın ilk yıllarında
Müslümanları barındıran Safâ tepesindeki evini oğullarına bağışlamıştı. 23 Nakledildiğine göre, Sa'd b. Ebû Vakkâs da evini kızına ve onun kız çocuklarına
vakfetmiş; satılmamasını, hibe edilmemesini ve miras bırakılmamasını şart koşmuştu. 24
Sahâbîlerin bağışladıkları vakıflar amaçlarına ulaşmıştı. Onlar, sahiplerinin vefatlarından sonra da yıllarca varlıklarını korudu. Nitekim İmam Şâfiî,
sahâbîlere ait özellikle Medine ve Mekke'de sayılamayacak kadar çok vakfın bulunduğunu ve kendi döneminde de hâlâ varlığını sürdürdüğünü
söylemektedir. 25 Rivayet edildiğine göre, ensar arasında sekseni aşkın sahâbî mallarını vakfetmişlerdi. 26
Bazı sahâbîler gayri menkullerin yanı sıra, savaş aletlerini de vakfediyorlardı. Nitekim bazı Müslümanlar, ticaret için olduğu zannıyla Hâlid b. Velîd'in zırh
ve savaş aletlerinin zekâtını vermediğini Allah Resûlü'ne söylemişler ancak Efendimiz işin doğrusunu şu ifadelerle açıklamıştı: “Siz Hâlid'e zulmediyorsunuz.
O, zırhlarını ve savaş aletlerini Allah yolunda vakfetti.” 27
Sevgili Peygamberimiz, hem kendi arazilerini vakfederek hem de Hz. Ömer'e yaptığı tavsiyeyle vakıf anlayışını fiilî olarak başlatmış, “İnsan ölünce şu üçü
dışında amelleri(nin sevabı) kesilir: Sadaka-i câriye (faydası süregelen hayır), faydalanılan ilim, arkasından dua eden hayırlı evlât.” 28 buyurarak da bu işin ne
kadar kârlı olduğunu ifade etmişti. Resûl-i Ekrem bize, ölümle birlikte amel defterinin kapanacağını, yalnızca bu üç amelin, deftere kaydedilmeye devam
edeceğini haber vermişti bu sözleriyle. “Sadaka-i câriye”, “faydası devam eden sadaka” anlamına geliyordu. Cami yaptırmaktan misafirhane, okul, çeşme,
köprü yaptırmaya, ağaç dikmeye kadar kişinin kendisinden sonrakilerin faydasına yaptığı tüm ameller... 29 Bunlar kişi ölse de sevap kazanmasına vesile
olacak amellerdi. İlim öğrenmek de aynı şekilde insanın kendisinden sonra kalıcı bir eser bırakmasına ve dolayısıyla amel defterine sevapların yazılmasına
bir vesileydi. Bu da kitap yazarak, hayırlı öğrenciler yetiştirilerek, okullar, üniversiteler, araştırma merkezleri açarak kısacası kişinin kendinden sonrakilere
ilmini aktarabileceği hayırlı çalışmalar yapması ile
gerçekleştirilmesi mümkün olan bir ameldi. Yine kişinin arkasından dua eden salih bir evlâda sahip olması da amel defterinin kapanmaması için bir sebepti.
Evlâdın hayırlı olması da büyük ölçüde anne babanın gayret sarf edip evlâdını iyi yetiştirmesine bağlıydı. Çünkü kişi için ancak çalıştığının karşılığı
vardı. 30 Evlâtlarını güzel yetiştiren kimseler, bu çabalarının karşılığını vefatlarının ardından da görecekti.
Sahâbîler gibi onları takip eden nesiller de Peygamber Efendimizin yönlendirmesiyle vakıfların kesintisiz bir hayır çeşmesi olduğunu, dünya ve âhirette
birçok yararlar sağlayacağını idrak etmişlerdi. Mallarını Allah rızası için vakfedenler, hayatları boyunca muhtaç kimselerin yüzlerindeki tebessümlerle huzur
içinde yaşayacaklar, öldükten sonra da vakıfları sayesinde sevap kazanmayı sürdüreceklerdi.
Sadaka-i câriye, Allah rızası gözetilmiş bütün vakıfları içine alıyordu. Bu bir anlamda iyiliklerin sürekli hâle gelmesi ve hayrın düzenli bir şekilde yayılmaya
devam etmesi demekti. İçerisinde Allah'a ibadet edilen mescitler ve ilim tahsil edilen okullar başta olmak üzere, insanlara hatta can taşıyan her bir varlığa
yarar sağlayan müesseseler kurmak da bir sadaka-i câriye idi. Bu vakıflar, toplumda devletin ulaşamadığı, bireylerin de tek başına göremediği muhtaçların
yardımına koşuyor, toplum içindeki sorunlar yine toplum tarafından çözülüyordu. Muhtaç kimseler, bizzat zengin bir şahıstan minnet duyarak yardım
almak yerine müesseseleşmiş kurumlardan gönül huzuru ile ihtiyaçlarını karşılayabiliyordu. Böylece, zekât, sadaka veya diğer yardımların yanı sıra vakıf
müessesesi sayesinde de zengin ve fakir arasındaki derin uçurumların oluşması engelleniyor, iki grup arasında kaynaşma temin ediliyordu. Başka bir deyişle
vakıflar, malın sadece zenginler arasında dolaşımını engelleyen, onlardan fakirlerin de istifadesini sağlayan hayır işlerinin kurumsallaşması anlamını
taşıyordu. Aslında bu, imkânlarını kullanarak zengin olduğu topluma karşı bir şahsın vefa borcuydu. Vakıflar, bu borcu ödemek isteyen ve toplumun
gerçek anlamdaki fakirlerine ulaşmaya çalışan zenginler için de gerçek bir köprüydü.
İslâm'ın ilk yıllarından itibaren vakıflar maddî ve mânevî olarak birçok fayda içermesi sebebiyle artarak gelişti. Raşid halifeler dönemi, Emevîler, Abbâsîler
ve nihayetinde Osmanlılarda İslâm dünyasının dört bir yanı farklı alanlarda vakıflarla donatıldı. Kişiler kendileri ve aileleri adına vakıf kurmakla kalmayıp
geçmiş peygamberler ve salih kimseler
adına bile vakıf tesis ettiler. Hatta ilk fırsatta insanın aklına gelmeyecek, belki de ayrıntı olarak görülecek konulara bile dikkat edildi ve söz konusu açıkları
kapatan vakıflar kuruldu. Bu vakıflar o kadar çeşitli, o kadar farklıydı ki bu durum gerçekten de bir Müslüman'ın hayata ve canlılara bakışındaki inceliğini
ve mânevî âlemdeki derinliğini gösteriyordu.
Zamanla bir vakfın giderlerini karşılamak için çeşitli akarların gelirleri de ilgili vakfa bağlanır oldu. Vakıfların gelirleri arttıkça onlar sayesinde yatırım
yapılan ilim, sanat, zanaat gibi birçok alanda gelişim sağlandı. Vakıflar aşsıza aş, iş arayana iş, evlenmek isteyene mutluluk kaynağı oldular. İlim yolcularına
sınırsız bir imkân, sanatkârlara da huzurlu ortamlar sundular. Hastalar için bir yardım eli, yaşlılar için güzel bir dosttular. Yuvasız kuşlar için mükemmel bir
barınaktı onlar. Dağdaki yırtıcı hayvanlar bile unutulmadılar.
Vakıf, gerçekten kutlu bir yoldu. Bu uğurda yapılacak en küçük bir hayrın kat kat karşılığının verileceğine hiç şüphe yoktu. Mahmûd b. Lebîd'in anlattığına
göre, Hz. Osman (ra) bir mescidi yaptırmak istemişti. Ancak insanlar bundan hoşlanmayarak onu olduğu gibi bırakmasını istediler. Bunun üzerine Hz.
Osman, Resûlullah'ın (sav) şöyle buyururken işittiğini nakletti: “Kim Allah rızası için bir mescit yaparsa/yaptırırsa Allah da onun için cennette benzeri bir (ev)
yapar.” 31
Bu mescidin büyük bir mescit olması da gerekmiyordu. Resûlullah'ın ifade ettiği üzere, küçücük bir mescide dahi bu mükâfat verilmişti: “Her kim kaya kuşu
yuvası gibi veya daha küçük bir mescit yaparsa Allah da onun için cennette bir ev yapar.” 32 Hz. Peygamber (sav) sadece mescit değil insanların istifadesine
sunulan her türlü vakıf karşılığında büyük mükâfatlar verileceğini bildiriyordu: “Bir Müslüman bir ağaç diker de onun mahsulünden bir insan yahut hayvan
yerse muhakkak o yenilen şey, ağacı diken kimse için bir sadaka olur.” 33
Hz. Peygamber'in ashâbını vakfa teşviki ve ashâbı ile birlikte çeşitli şekillerde vakıfta bulunarak kendilerinden sonraki nesillere örnek olmaları İslâm
toplumunda vakıf geleneğinin yaygınlık kazanmasını sağlamıştır. İslâm toplumunda sadaka-i câriye ile başlayan bu vakıf geleneği, zamanla Allah rızasını
gözeten hayırseverlerin ortaya koydukları eser ve hizmetler ile bir vakıf medeniyeti hâline gelmiştir. Camiler, köprüler, okullar, üniversiteler açılmış,
Müslüman olsun veya olmasın tüm insanların ihtiyaçları giderilmiş, açlar doymuş, evsizler başlarını sokacak bir yer bulmuş,
hayvanlar için bile özel vakıflar kurulmuştur. Böylece vakıflar, İslâm kültürünün sosyal hayattaki simgesi hâline gelmiştir. İslâm'ın ilk yıllarından bugüne, en
ince ayrıntısına kadar toplumun ihtiyaç duyabileceği her konu ile ilgili açılan vakıflar ve yapmış oldukları hizmetler düşünüldüğünde, vakıfların bu işlevi
daha iyi anlaşılacaktır.
Neticede İslâm medeniyeti, inananlara her konuda yardımlaşmayı öneriyor, bununla sadece kendi mensuplarının değil bütün insanlığın hatta Allah'ın
yarattığı her şeyin faydalanmasını amaçlıyordu. Bu durumun kurumsallaşmış hâli olan vakıflar, yüzyıllar boyunca nesiller arasında köprü vazifesi görmüş,
günümüz dünyasında da İslâm medeniyetinin ebedî mühürleri olmuştur. Bu vakıfların korunup amaçlarına uygun olarak kullanılması sonraki nesillerin asli
görevidir. Bununla birlikte modern dünyada ortaya çıkan veya farklı şekillerde gelişen toplumsal sorunların çözümü için de günün şartlarına uygun yeni
vakıfların kurulup yaşatılması zorunlu görünmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder