yukarı kaydırma oku

YAZI KOPYALAMA ENGELİ

sağtuş engeli

ANA MENÜ

BARIŞ SELAM VE ESENLİKTİR

BARIŞ SELAM VE ESENLİKTİR

Hz. Âişe'den (ra) rivayet edildiğine göre,
Hz. Peygamber (sav) (namazın sonunda) selâm verdiği zaman,
“Allâhümme ente's-selâmü ve minke's-selâm, tebârekte yâ ze'l-celâli ve'l-ikrâm.” (Allah'ım! Sen barış ve esenliksin, barış ve esenlik senden gelir. Yücelik ve ikram sahibi olan
Allah'ım! Sen ne mübareksin.) derdi.
(D1512 Ebû Dâvûd, Vitr, 25)


***

Abdullah b. Amr'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Düşmanla karşılaşmayı dilemeyin. Allah'tan afiyet isteyin...”
(DM2470 Dârimî, Siyer, 6; B7237 Buhârî, Temennî, 8)


***

Ebû Hüreyre'den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Bilesiniz ki! Kim Allah'ın ve Resûlü'nün güvencesi altında bulunan anlaşmalı bir kimseyi
öldürürse, Allah'a verdiği sözü bozmuş olur ve cennetin kokusunu dahi alamaz.”
(T1403 Tirmizî, Diyât, 11)


***

Sehl b. Sa'd (ra) anlatıyor: “Kubâlılar birbirleriyle (taşlı sopalı) kavga ettiler. Kendisine bu olay haber verilince Allah Resûlü (sav) hemen, 'Haydi gidelim de onları
barıştıralım.' buyurdu.”
(B2693 Buhârî, Sulh, 3)


***********************

Heyetler yılı diye meşhur olan hicretin dokuzuncu yılında (630-631) Allah Resûlü Necrânlı Hıristiyanlara bir mektup göndermişti. Bu mektubunda onları İslâm'a
davet ediyor, şayet kabul etmezlerse cizye vermelerini, onu da kabul etmezlerse kendileriyle savaşılacağını bildiriyordu. Mektup kendilerine ulaştığında, Necrânlı
Hıristiyanlar görüşmelerde bulunmak üzere on dördü ileri gelenlerinden ve idarecilerinden oluşan altmış kişilik bir heyeti Medine'ye gönderdiler. Görüşmeler
sonunda İslâm'ı kabule yanaşmadılar ve Hz. Peygamber ile antlaşma yapmayı uygun gördüler. 1 Resûlullah (sav) yarısını Safer ayında, kalanını da Recep ayında
Müslümanlara ödemek üzere Necrânlılarla iki bin elbise karşılığında barış antlaşması yaptı. Ayrıca onlar, eğer Yemen'de bir saldırı ve zulüm vuku bulursa otuz zırh,
otuz at, otuz deve ve savaşta kullandıkları her çeşit silahtan da otuz tanesini Müslümanlara emanet olarak vereceklerdi. Müslümanlar da bu emanetleri sahiplerine
iade edinceye kadar muhafazasından sorumlu olacaklardı. Buna mukabil Necrânlıların manastırları yıkılmayacak, din adamlarına dokunulmayacak, bir olay
çıkarmadıkları yahut tefecilik yapmadıkları müddetçe bir kısıtlama görmeyeceklerdi. 2
Bu antlaşmanın yapıldığı sırada Allah Resûlü Necrânlı Hıristiyanları ortadan kaldırıp bütün mallarını, mülklerini arazilerini, servetlerini ele geçirebilecek güçteydi.
Böyle olmasına rağmen Hz. Peygamber, onlarla barış antlaşması yapmayı tercih etti. Bu antlaşmaya göre İslâm ülkesinin egemenliğinde yaşayacak olan Necrânlı
Hıristiyanların malları, canları, ırz ve namusları, dinleri ve dilleri dokunulmaz kabul edilecek, bu çerçevedeki bütün değerleri bizzat Müslümanlar tarafından güvence
altına alınacaktı. Buna mukabil onlar da Müslümanlara belli miktarda cizye yani güvenlik vergisi ödeyeceklerdi. Allah Resûlü'nün bu tavrı onun zorda kalmadığı
müddetçe hiçbir zaman savaşa ve barış ortamının bozulmasına fırsat tanımadığını göstermekteydi.
Allah Resûlü, adı “İslâm” olan son semavî dinin Peygamberi idi. “Silm” ve “selâm” kökünden türeyen bir kelime olan İslâm, “boyun eğmek, itaat etmek, barış ve
emniyet” gibi anlamlara gelmekteydi. Silm, “barış, güven”, selâm da “esenlik ve güvenlik” demekti. 3 Böylece barış, güven, emniyet,


huzur ve mutluluk kelimelerinden oluşan temeller üzerine inşa edilen İslâm; kargaşa, çatışma, terör ve savaş ortamı yerine, huzur, mutluluk, karşılıklı saygı ve güven
ortamını temin etmeyi amaçlamaktaydı.
Kur'ân-ı Kerîm'de uzlaşmayı ifade etmek üzere İslâm kavramına ek olarak sulh ve ahit kavramlarına da yer verilmiştir. Barışmak, anlaşmak ve barış demek olan “sulh”
kelimesi 4 Kur'an'da çok sık geçer. Bir âyette karı kocanın aralarındaki anlaşmazlığa son verip barışmalarının söz konusu olduğu durumlarda; sulhun daha hayırlı
olduğu belirtilmiştir. 5 Ayrıca kişinin kendi durumunu düzeltmesi, 6 savaşan tarafların arasını düzeltme 7 ve kardeşler arasını düzeltme 8 gibi durumlar için de sulh
sözcüğü kullanılmış, böylece insanın Rabbiyle, kendisiyle, içinde yaşadığı toplumla hatta düşmanları ile bile barışık olması gerektiği mesajı verilmiştir.
Birine söz verme, taahhütte bulunma, anlaşma yapma ve vaad etme gibi anlamlara gelen “ahit kelimesiyle de Allah'la kulları arasında yapılan karşılıklı ahitleşmeden
bahsedilmiş 9 ve bu ahdin bozulmaması istenmiştir. 10 Ayrıca ahitlerine bağlı kalanlara büyük mükâfatlar vaad edilmiş, 11 ahdini yerine getirmeyenler bozguncu
olarak nitelendirilmiştir. 12 Kur'an'da selâm, sulh ve ahit kavramlarıyla insanlığın dikkatini barışa çeken Yüce Allah'ın isimlerinden birisi de “es-Selâm”dır. Yüce
Yaratıcı barış ve esenlik kaynağıdır. 13 Allah Resûlü günde beş vakit namazın sonunda selâm verdiğinde,“Allâhümme ente's-selâmü ve minke's-selâm, tebârekte yâ ze'lcelâli
ve'l-ikrâm.” (Allah'ım! Sen barış ve esenliksin ve barış ve esenlik senden gelir. Yücelik ve ikram sahibi olan Allah'ım! Sen ne mübareksin.) 14 diyerek Allah'ı bu ismi ile
tesbih eder.
O'na teslim olan Müslüman, barış ve esenlik kaynağına bağlanmakla önce kendi iç dünyasında huzur ve sükûna kavuşan, sonra da tanıştığı bu huzuru dış dünyasına
taşıma sorumluluğunu yüklenen kimse demektir. Esenlik ve barış duygusunu kendisine hayatı bahşeden Allah'tan alan Müslüman, Allah'ın insanlığa hidayet rehberi
olarak gönderdiği Kur'an'a uyarak selâm yani esenlik yollarına ulaşır. 15 Ayrıca inanan insanlar için Allah'ın katında selâm yani barış ve esenlik yurdu vardır, Allah
onları selâm yurduna çağırır. 16 Melekler ve cennet bekçileri de müminlere selâm ederler. 17 Onların ebedî kalacakları cennet yurdunun adı da “dârü's-selâm” yani
barış ve esenlik yurdudur. 18
Yüce Rabbimiz, insanları farklı ırklar, kabileler, boylar hâlinde yaratmış, böylece onların birbirleriyle tanışarak 19 iletişim kurmalarını, barış ortamında hayat
sürmelerini istemiş ve insanların barış içerisinde

yaşayabilecek kabiliyette olduklarına işaret etmiştir. Fakat insan, fıtratında var olan kan dökme ve bozgunculuk eğiliminden 20 çoğu kez kurtulamamış, kendisinin
sebep olduğu olaylardan dolayı barış, hoşgörü ve kardeşlik ortamını yok etmiştir.
İnsanlık tarihinde ilk defa ilk insan ve aynı zamanda ilk peygamber olan Hz. Âdem'in oğlu Kâbil, tabiatında var olan kötülük duygusuna mağlup olmuş, böylece
yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, kan döken ilk insan olma bahtsızlığını yaşamıştır. 21 Daha sonra da insanlık tarihi birçok kez savaşa, vahşete, soykırıma, imha
operasyonlarına tanıklık etmiş, dininden, dilinden, renginden ve ırkından dolayı insanların haysiyetleri çiğnenmiş, onurları zedelenmiş ve hayat hakları ellerinden
alınmıştır. Tarihin çeşitli dönemlerinde Yüce Yaratıcı, insanları uyarmak, insan onur ve haysiyetine yakışır bir hayatı insanlığa sunmak için elçiler ve kitaplar
göndermiştir. Bu risâlet zincirinin son halkasını ise Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa ile taçlandırmıştır. Ona vahyettiği Kur'an'da, “Ey İman edenler! Topluca
barışa girin.” 22 buyurarak tüm inananları topluca barış içerisinde yaşamaya çağırmıştır. Sevgili Peygamberimiz nebevî öğretilerini; barış, huzur, hoşgörü, karşılıklı
saygı ve anlayış çerçevesinde inşa etmiş, ashâbına, inananlara ve tüm insanlığa, “Düşmanla karşılaşmayı dilemeyin. Allah'tan afiyet isteyin...” 23 çağrısında bulunmuştur.
Bu şekilde, asla savaşı arzu etmemeyi, daima barıştan yana tavır takınmayı tavsiye eden Hz. Peygamber, diğer din mensuplarını İslâm'a davet edip onlara İslâm'a davet
mektupları gönderirken de barışa vurgu yapmış, İslâm'ı kabul ettikleri takdirde barış ve huzura ereceklerini 24 özellikle ifade etmiştir. Diğer taraftan İslâm ülkesi
sınırları içerisinde yaşayan fakat Müslüman olmayan insanların din ve vicdan hürriyetleri, inanç özgürlükleri, “Dinde zorlama yoktur.” 25 ilâhî fermanıyla güvence
altına alınmıştır. Bu çerçevede Hz. Peygamber'in görevi Yüce Allah tarafından, tebliğ olarak belirlenmiştir. 26 Ayrıca onun müjdeleyici ve uyarıcı olduğu, 27 insanlar
üzerinde baskı kurup zor kullanma yetkisinin bulunmadığı açıkça ifade edilmiştir. 28 Böylece, “Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” 29 âyeti esas alınarak mesele
açıklığa kavuşturulmuş ve bir ülkede hatta dünya ölçeğinde insanların barış içerisinde, inançlara saygılı olarak birlikte yaşayabileceklerine ve bunu başarmaları
gerektiğine dikkat çekilmiştir.
İslâm, fertler gibi milletlerin de birbirleriyle iyi geçinmelerini, barış ve huzur içinde yaşamalarını ister. Bütün insanların Hz. Âdem'in

çocukları olmak itibariyle kardeş olduklarını bildiren Peygamberimiz, 30 Veda Hutbesi'nde insanlığın barış ve huzur içinde yaşamasının ilkelerini, “insanların
mallarının, canlarının, ırzlarının (şeref ve namuslarının) dokunulmazlığı” 31 şeklinde ilân etmiştir. Böylece barış içinde yaşamayı temel prensip olarak kabul eden
dinimiz, ancak dokunulmaz ve mukaddes olan bu değerler çiğnendiği, ihlâl edildiği, din ve vicdan özgürlüğünün ortadan kaldırıldığı, insanların yurt ve yuvalarına
tasallutta bulunulduğu durumlarda, bozulan dengeleri düzeltmek, barış ortamını yeniden tesis etmek ve adaleti sağlamak için savaşa izin vermiştir. 32 Ancak şu, altı
çizilerek ifade edilmelidir ki İslâm'ın öğretilerinde savaş arızî, geçici bir durumdur. Asıl olan barış hâlidir, uzlaşmadır, anlaşmadır, karşılıklı saygı çerçevesinde bir
hayat sürmektir. Yüce Allah tarafından barış, esenlik anlamına gelen “İslâm” adı verilen son dinin yegâne gayesi tüm insanlığın selâmetidir.
İnananlara barış içerisinde bir hayatı hedef olarak gösteren İslâm, barış içinde yaşamak ve bütün insanlığın hayrına olacak faaliyetlerde işbirliği yapmak için insanların
aynı inanca sahip olmalarını da şart koşmaz. Önemli olan karşılıklı olarak barışa taraf olunması, insanların hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmesi, dinlerine ve
yurtlarına tecavüz edilmemesidir. Bundan dolayı Müslümanlar, bir dine inansın ya da inanmasın bütün insanlarla iyilik ve adalet temelli ilişkiler kurabilir ve işbirliği
yapabilirler. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, “Allah, sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara âdil davranmaktan
men etmez. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.” 33 buyrulmaktadır.
Hz. Peygamber döneminde dış ilişkilerin ana hedefi barış ortamında İslâm'ı tanıtmak ve yaymaktır. Çünkü böylesine ulvî bir amaca ulaşmak için en uygun zemin
barış ortamıdır. Allah Resûlü'nün peygamberliğinin temel hedefi Allah'ın mesajını yüceltmek ve insanlığa ulaştırmaktır. Bu amaca ulaşmak için savaşın dışında
kendisinden yararlanabilecek tüm yollar denenir. Herhangi bir çıkış yolu bulunur ve İslâm davetinin önü açılırsa mutlaka o seçenek yol haritası olarak belirlenir. Bu
noktada cihad, savaşı değil öncelikle barış yoluyla dinin tebliğ edilmesi ve bu konuda gayret gösterilmesini ifade eder. Nitekim Allah Resûlü, Mekke'de on üç yıl
boyunca sabır ve barışla hareket etmiştir. Medine'de barış hâlinin devamının mümkün olmadığı, savaşmak zorunda bırakıldıkları zamanlarda ise Yüce Allah tarafından
savaşa müsaade edilmiştir. 34


Şu hadise Allah Resûlü'nün karşılıklı ilişkileri barış temelinde yürütmek istediğinin en açık göstergesidir. O, hicretin altıncı yılında, savaşılması yasak olan Zilkâde
ayında umre yapmak ve muhacirlerin sıla özlemini gidermek gibi masumane düşüncelerle bin dört yüz Müslüman'la birlikte Medine'den yola çıkar. 35 Yorucu bir
yolculuktan sonra hep beraber yirmi iki kilometre mesafedeki Hudeybiye'de konaklarlar. Mekkeli müşrikler onların umre yapmasına izin vermezler. Binbir zahmete
katlanarak Hudeybiye'ye kadar gelen ve doğdukları, büyüdükleri memleketlerine müşriklerin izin vermemesi yüzünden giremeyen Müslümanlar feveran ederler.
Ancak Allah Resûlü, her an kaosa dönüşebilecek bu gergin ortamda Mekkeli müşriklerle bir şekilde barış antlaşması yapılması ve olayın diplomatik yollarla çözülmesi
gerektiğinin önemini vurgular. Neticede taraflar arasında antlaşmaya karar verilir. Allah Resûlü sorunun barışçıl yollarla çözüme kavuşturulması için Kureyşlilerin hiç
de makul olmayan itirazlarını dikkate alarak antlaşma metninden “besmele-i şerîf” ve “Muhammed Resûlullâh” lafızlarının dahi çıkarılmasını kabul eder ve sonunda
iki taraf arasında antlaşma yapılır. 36
Görünüş itibariyle Müslümanların aleyhine olan bu antlaşmanın bazı maddelerini sahâbe hazmedemez. Nitekim antlaşma imzalanır imzalanmaz ortaya çıkan Ebû
Cendel'in durumu sahâbenin endişelerini daha da artırır. Ebû Cendel, Kureyş'in antlaşmadaki temsilcisi Süheyl b. Amr'ın oğlu olup, Mekke'de ilk Müslüman
olanlardan biridir. Ancak babası onu zincire vurmuş ve kendisine Müslüman olduğu için işkence etmiştir. 37 Ebû Cendel, Hudeybiye Barış Antlaşması'nın imzalandığı
sırada bir yolunu bulup kaçar ve Müslümanlara sığınır. Babası onu görünce üzerine yürüyüp tokatlar, elbisesinin yakalarından tutup yere çalar. Sonra, Resûlullah'a
dönerek, “Ey Muhammed! Bu sana gelmeden önce, aramızdaki antlaşma kesinleşmişti!” diyerek, imzaladıkları antlaşma gereğince oğlunun kendisine iade edilmesini
talep eder. Hz. Peygamber, “Doğru söyledin!” diyerek onun talebini yerine getirir. Bu arada Ebû Cendel, “Ey Müslüman cemaat! Müslüman olarak geldiğim hâlde şimdi
ben, müşriklere mi teslim ediliyorum? Karşılaştığım şu hâli görmüyor musunuz?” diyerek avazı çıktığı kadar bağırır ve Müslümanlardan yardım ister. 38 Resûlullah
onu sükûnete davet ederek, “Ebû Cendel! Sabret ve sevabını Allah'tan dile. Muhakkak ki Allah, sen ve senin gibi ezilmişlere en yakın zamanda bir fırsat ve çıkış yolu verecektir.
Biz bu kavimle bir antlaşma yaptık. Biz onlara onlar da bize bu antlaşmaya sadık

kalma üzerine söz verdi. Onlara hıyanet edemeyiz.” diyerek, yaptığı barış antlaşmasına sadık kalır. 39 Nitekim sonuç Allah Resûlü'nün Ebû Cendel'e söylediği gibi olur.
İlk bakışta Müslümanların aleyhine gibi görünen durum, onların lehine döner ve Allah Resûlü'nün antlaşmaya sadakati kısa süre sonra kalıcı bir zaferi beraberinde
getirir. 40
Hudeybiye'de savaşın eşiğine gelmiş iki grup arasında imzalanan bu antlaşma gereğince, Müslümanlarla Mekke Müşrikleri on yıl süreyle birbirleriyle
savaşmayacaklardı. Ancak bu barış antlaşması müşriklerin antlaşma maddelerine uymamaları nedeniyle iki yıl yürürlükte kalabilmiştir. Kur'an, Hudeybiye Barış
Antlaşması'nı Müslümanlar için en büyük fetih olarak nitelendirmiştir. 41 Nitekim bu antlaşmadan iki yıl sonra neredeyse hiç kan akıtılmadan Mekke'nin fethedilmesi
de bunun göstergesidir. Diğer taraftan İslâm'ın en hızlı yayıldığı dönem de, Hudeybiye Antlaşması'nı takip eden barış yılları olmuştur. Bunun bilinciyle hareket eden
Hz. Peygamber'in önceliği, insanların her zaman barış ve güven içerisinde yaşayacağı bir ortamın sağlanması olmuştur. Kur'an'da, “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de
ona yanaş.” 42 buyrulmakta, Müslüman'dan düşmanı imha etmesi değil onun barış teklifini kabul etmesi istenmektedir.
Resûl-i Ekrem'in, İslâm'ı zor ve baskı ile yaymak ve silah gücüyle diğer inanç ya da dinleri ortadan kaldırmak gibi bir hedefi hiçbir zaman olmamıştır. Çünkü onun
hedefi gönülleri fethetmek, gönülleri kazanmaktı. Bundan dolayı o, silah gücü ile bazı şehirlere girip fetihleri tamamlama ve emellerine ulaşma imkânı olduğu hâlde
hiçbir zaman buna sıcak bakmamıştır. Ancak Benî Nadîr Yahudileri, Hendek Savaşı esnasında yaptıkları ihanet ve Müslümanları kalleşçe arkadan vurmaları sebebiyle
cezalandırılmışlardır. İhanetleri neticesinde onların cezalandırılmaları üzerine Hayber Yahudileri, Vâdi'l-kurâ, Fedek ve Teyma Yahudilerini yanlarına alarak Medine'ye
yürümeyi kararlaştırdılar. Bunu öğrenen Hz. Peygamber, Hayber'i fethetmiş, onlarla bir antlaşma yapmış, dönüşünde sırasıyla Fedek, Vâdi'l-kurâ ve Teyma Yahudileri
üzerine yürümüştür. Fedek ve bazı köylerin halkları da Hz. Peygamber ile Hayberlilerle aynı şartları taşıyan antlaşmalar yapmışlardır. O sırada Hz. Peygamber bir
başka kabileyi de kuşatmış, bu kabilenin barış teklifinde bulunması üzerine onlarla da barış yapmıştır. 43 Bu antlaşmalar da göstermektedir ki Rahmet Peygamberi
savaş ile başarıya ulaşıp karşılığında birçok maddî imkânlar elde edebilecekken bundan uzak kalmaya özen göstermiş, öncelikle ve özellikle barış yolunu tercih
etmiştir.

Taraflar arasında antlaşmaya bu denli ehemmiyet gösteren ve Hz. Peygamber'in şahsında bunun örneğini sergileyen İslâm dini, antlaşmayı bozmamak için aşırı dikkat
gösterilmesini ister. Antlaşmaya vefasızlık ve ihaneti ise asla caiz görmez. Bu konuda Yüce Allah çok net bir biçimde müminlerden antlaşmaya sadık kalmalarını
istemiş, kendileriyle antlaşma yapılan ve antlaşmayı sık sık bozan müşriklere ültimatom vermiştir. 44 Ancak antlaşmalarına sadık kalan ve antlaşmayı bozmayan
müşriklere karşı nasıl tavır takınmaları gerektiğini de müminlere şu şekilde bildirmiştir: “Ancak Allah'a ortak koşanlardan, kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz, sonra
da antlaşmalarında size karşı hiçbir eksiklik yapmamış ve sizin aleyhinize hiç kimseye yardım etmemiş olanlar, bu hükmün dışındadır. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye
kadar tamamlayın. Şüphesiz Allah, kendine karşı gelmekten sakınanları sever.” 45
Hudeybiye günü antlaşmaya sadakatin nasıl olması gerektiğini tüm insanlığa gösteren Hz. Peygamber'in bu husustaki uyarılarını şöyle bir olay sayesinde
öğrenebiliyoruz: Romalılarla barış antlaşması yapan Muâviye bu antlaşmanın süresi sona ermeden Romalıların ülkesine doğru sefere çıkar. Derken, “Allâhü ekber!
Allâhü ekber! Antlaşmaları bozmak değil ahde vefa gerekir!” diye seslenerek, at üzerinde bir adam çıkagelir. Bu adam, Benî Süleymoğulları'ndan olup Mekke'ye
yerleşen ve ilk Müslümanlardan biri olan 46 Amr b. Abese'den başkası değildir. Onun, kendisini bu şekilde ikaz etmesinden etkilenen Muâviye onu huzuruna çağırır
ve bu tepkisinin sebebini sorar. Amr b. Abese de Allah Resûlü'nden şu sözleri işittiğini nakleder: “Kimin herhangi bir toplumla arasında bir anlaşma varsa süresi sona
erinceye kadar ya da karşılıklı olarak anlaşmayı vaktinden önce bozduklarını birbirlerine bildirinceye kadar bu bağı ne yeniden bağlasın ne de çözsün.” Bunları duyan Muâviye
derhâl seferden döner. 47
Sevgili Peygamberimiz Müslümanlara sığınan veya İslâm toplumu içerisinde yaşayan diğer din ve inanç mensuplarının yani zimmîlerin din hürriyetini, can ve mal
emniyetini de güvence altına almıştır. Hatta Allah Resûlü, bu konuda amcası Ebû Tâlib'in kızı Ümmü Hânî'nin eman/güvence verdiği bir kimsenin emniyet içerisinde
olacağını beyan etmiştir. Ümmü Hânî gelerek, “Yâ Resûlallah! Annemin oğlu (kardeşim) Ali, benim kendisine eman vererek himayeme aldığım (eski kocam) İbn
Hübeyre'yi öldüreceğini söylüyor.” demiş, Resûlullah da ona, “Ey Ümmü Hânî, senin eman verdiğin kişiye biz de eman vermişizdir.” buyurmuştur. 48

Bu çerçevede adalet timsali Hz. Ömer'in görevlendirdiği bir ordu komutanına gönderdiği ferman çok dikkat çekicidir. Hz. Ömer komutana şunları söylemektedir:
“Duyduğuma göre, bazı askerleriniz önlerinden kaçan İranlıları takip ediyor, onlar dağlara kaçınca geri çekiliyor ve bu sırada düşmanına, Farsça olarak 'Korkma!'
diyerek güvence veriyormuş. Sonra o kişi bu güvenceye inanarak teslim oluyor, buna mukabil ona güvence veren Müslüman askerler onu yakalayıp öldürüyorlarmış.
Gerçi, ben bu canı bu tende tutan Allah'a yemin ederim ki bunu hiç kimsenin yapacağını zannetmiyorum. Fakat bu şekilde hareket eden varsa (bilin ki) onun
boynunu vururum.” 49 Hz. Ömer'in bu konuda bu denli hassasiyet göstermesi, Allah Resûlü'nün antlaşmaya, eman ve güvenceye sadakatinden bağımsız
düşünülemez. Allah Resûlü'nün bu husustaki yaşantısı, tavır ve davranışları her Müslüman için yol gösterici mahiyettedir. Ayrıca onun bu konudaki sözleri de inanan
herkes için emir niteliğindedir. Bu sözlerden birisinde o, “Bilesiniz ki! Kim Allah'ın ve Resûlü'nün güvencesi altında bulunan anlaşmalı bir kimseyi öldürürse Allah'a verdiği
sözü bozmuş olur ve cennetin kokusunu dahi alamaz.” 50 buyurmuştur.
Farklı din ve inanç gruplarının barış ve huzur ortamında yaşam sürmesini hedefleyen dinimiz, Müslümanlar arasındaki ilişkilerin ise, din kardeşliği çerçevesinde
şekillenmesini istemektedir. Bundan dolayı Allah Resûlü Medine'ye hicret eder etmez ilk iş olarak ensarla muhacirleri kardeş ilân etmiştir. 51 Ayrıca yıllarca aralarında
kan davaları olan Medine'nin iki büyük kabilesi Evs ve Hazrec'i de İslâm'ın gönüllere hitap eden sevgi anlayışıyla kardeş olarak birbirine kenetlemiştir. Bu hususu
Kur'an şu şekilde ifade eder: “Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize
düşmanlar idiniz de O, kalpleriniz arasında ülfet/sevgi meydana getirdi. İşte O'nun bu nimeti sayesinde kardeşler oldunuz.” 52 Böylelikle Yüce Allah ve onun yeryüzündeki
Rahmet Elçisi yıllarca süren savaşları, çatışmaları, kavgaları, akan kanları ve gözyaşlarını İslâm'ın kardeşlik anlayışıyla sona erdirmiştir. Dinimiz tüm inananların
kardeş olduğunu ilân etmiş, 53 bu kardeşliği pekiştirecek işleri yapmalarını inananlardan istemiştir. Bu noktada Hz. Peygamber bir Müslüman'ın diğerine üç günden
fazla dargın durmasını yasaklamıştır. 54 Ayrıca iki kişinin arasını düzeltmenin nafile oruç, namaz ve sadakadan daha üstün bir davranış olduğunu söylemiş, iki insanın
arasını açmanın da barışın kökünü kazıyan bir davranış


olduğunu belirtmiştir. 55 Kubâlıların birbirleriyle taşlı sopalı kavga ettiklerini duyunca derhâl, “Haydi gidelim de onları barıştıralım.” 56 buyurmuştur. Nitekim Yüce
Allah da inananlar arasında bir savaş/anlaşmazlık olması durumunda onların aralarının düzeltilmesini tüm Müslümanlardan istemektedir. 57
Bütün bu anlatılanlar göstermektedir ki İslâm'a göre, fertler arası ilişkilerde olduğu gibi devletler arası ilişkilerde de genel prensip ve kaide barışın sağlanması ve
huzurun korunmasıdır. Hedef, bütün insanlığın din, dil, ırk, millet ve devlet ayrımı gözetmeksizin barış içerisinde yaşamasıdır. İnsanlık günümüzde İslâm'ın barış,
merhamet, sevgi ve hoşgörü anlayışına en az geçmişteki kadar muhtaçtır. Geçmişte insanlık yüzyıl savaşlarına, dünya savaşlarına şahit olmuş, bu savaşlarda yüz
binlerce masum insan hayatını kaybetmiştir. Günümüzde de dünyanın birçok ülkesinde hâlâ gözyaşı ve kan akmaya devam etmekte, masum bebeklerin, karnında
bebeğini taşıyan annelerin, ak saçlı dedelerin ve ninelerin üzerine bomba yağmaktadır. Yaşadığımız dünya o hâle gelmiştir ki, neredeyse insan kanının akıtılmadığı ve
insan hayatına kıyılmadığı bir saniye bile geçmemektedir.
İnsanlık, kurtuluşu, refahı, huzuru maddede aradıkça, insan hayatı değersizleşmiş, kıymetini yitirmiştir. Oysaki Allah Teâlâ, insan hayatını mukaddes kabul etmiş, ona
çok büyük ehemmiyet vermiş, haksız yere bir kişiyi öldürmeyi bütün insanlığı öldürmek, bir insanın hayatını kurtararak yaşamasına vesile olmayı da bütün insanları
yaşatmak olarak nitelendirmiştir. 58
Bütün bunlar muvacehesinde insanlığın refahı, huzuru; çatışmada değil barıştadır. İhtilâfta değil ittifaktadır. Bundan dolayı tüm dünya halkları, dili, dini, rengi, ırkı
her ne olursa olsun barış için, insanca yaşam için, hak, hukuk, adalet için el ele vermeli medeniyetlerin barış ekseninde ittifakını gerçekleştirmelidir. Yaratılanı
Yaratan'dan ötürü sevme anlayışında buluşulmalıdır. Zulme, zorbalığa, haydutluğa hep beraber karşı durulmalıdır. Gelecek nesillerin kan ve gözyaşıyla yetişmeleri
istenmiyorsa insanoğlu barış ve karşılıklı saygı anlayışını inşa etmek zorundadır. Yeryüzünün şerefli halifesi düşmanlık üretme ve düşman arama peşinde koşmamalı
Allah Resûlü'nün şu çağrısına kulak vermelidir:
“Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah'tan afiyet (esenlik ve barış) dileyin.” 59




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

EN ÇOK İLGİ GÖRENLER

HADİSLERLE İSLAM ANA MENÜ

HADİSLERLE İSLAM ANA MENÜ HADİSLERLE İSLAM CİLT 1 HADİSLERLE İSLAM CİLT 2 HADİSLERLE İSLAM CİLT 3 HADİSLERLE İSLAM CİLT 4 HA...