yukarı kaydırma oku

YAZI KOPYALAMA ENGELİ

sağtuş engeli

ANA MENÜ

DİN HÜRRİYET, DİNDE ZORLAMA YOKTUR

DİN HÜRRİYET, DİNDE ZORLAMA YOKTUR

Ebû Hâzim'in, Sehl b. Sa'd'dan (ra) rivayet ettiğine göre,
Hz. Peygamber (sav) Hayber Savaşı sırasında (Hz. Ali'ye)
şöyle demiştir:
“…Allah'a yemin ederim ki senin vasıtanla Allah'ın bir kişiye hidayet vermesi, kırmızı develerin olmasından daha hayırlıdır.”
(B3009 Buhârî, Cihâd, 143)


***

Behz b. Hakîm'in, babası aracılığıyla dedesinden naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah, Müslüman olduktan sonra şirke düşen hiçbir müşrikin
amelini, müşriklerden ayrılıp Müslümanlara dönmediği sürece kabul etmez.”
(İM2536 İbn Mâce, Hudûd, 2)


***

Temîm ed-Dârî'den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Din samimiyettir.” Biz “Kime karşı?” diye sorunca, “Allah'a, Kitabı'na, Peygamberi'ne,
Müslümanların yöneticilerine ve bütün Müslümanlara.” buyurdu.
(M196 Müslim, Îmân, 95)


***

Enes'ten nakledildiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Şu üç özellik kimde bulunursa o kişi imanın tadına erer: Allah ve Resûlü'nü herkesten çok sevmek, sevdiği
kişiyi sadece Allah için sevmek, imandan sonra küfre dönmekten, ateşe atılmaktan çekindiği gibi çekinmek.”
(B16 Buhârî, Îmân, 9)


******************************


Hicretin altıncı senesiydi. 1 Allah Resûlü (sav) bir süvari birliğini Arabistan'ın Necd bölgesi istikametine göndermişti. Birlik, o bölgede bulunan Benî Hanîfe
kabilesinden, Yemâme halkının başkanı Sümâme b. Üsâl'i yakalayıp getirdi ve Mescid-i Nebevî'nin direklerinden birine bağladı. Resûlullah (sav) yanına gelerek,
“İçinden ne geçiriyorsun ey Sümâme?” dedi. Sümâme, “Ey Muhammed! İçimdeki hayırdır. Eğer öldürürsen kan (intikamı) alınacak birini öldürmüş olursun. Şayet
iyilikte bulunursan, (iyiliğe) şükreden birine iyilik yapmış olursun. Eğer mal istiyorsan, iste, dilediğin kadar verilsin.” karşılığını verdi. Hz. Peygamber, takip eden iki
gün tekrar Sümâme'nin yanına gelerek aynı soruyu sordu ve aynı cevabı aldı. Bunun üzerine Allah Resûlü, “Sümâme'yi serbest bırakın.” buyurdu. Onu, mescidin
yakınlarındaki bir hurmalığa bıraktılar. Sümâme orada yıkandı ve mescide girerek, “Şehâdet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki
Muhammed Allah'ın Elçisi'dir.” dedi ve şöyle devam etti:
“Ey Muhammed! Vallahi, yeryüzünde bana, senin yüzünden daha sevimsiz bir yüz yoktu. Fakat şimdi senin yüzün bana bütün yüzlerden daha sevimli hâle geldi.
Vallahi, bana senin dininden daha sevimsiz geleni yoktu ama şimdi senin dinin bana bütün dinlerden daha sevimli oldu. Vallahi, bana senin beldenden daha sevimsiz
olanı yoktu, ama şimdi senin belden bana diğer beldelerden daha sevimli hâle geldi. Ben umreye gitmek üzereyken senin atlıların beni yakaladı. (Şimdi) bu konuda
bana ne dersin?” Allah Resûlü onu (Müslüman olmasından dolayı) müjdeledi ve umre yapmasına izin verdi. Sümâme, Mekke'ye gelince, müşriklerden biri ona,
“Sapıttın mı yoksa?” diye sordu. O da, “Hayır. Fakat Allah'ın Resûlü Muhammed'le (sav) beraber İslâm'a girdim.” dedi ve ekledi: “Allah'a yemin olsun ki Resûlullah
izin vermedikçe Yemâme'den size bir buğday tanesi bile gelmeyecek.” 2
Bu olay, “Dinde zorlama yoktur.” 3 âyetinin Allah Resûlü'nün uygulamasıyla nasıl anlaşılması gerektiğini gösteren çarpıcı bir örnektir. Allah Elçisi, keşif birliğinin
yakalayıp getirdiği bir kabile reisini, üç gün mescidinde gözetim altında tutarken ona İslâm'ı ve Müslümanları tanıma fırsatı vermiş, Müslüman olmasını arzu etmesine
rağmen, o şartlar altında İslâm'a


davet etmeyerek sadece ne düşündüğünü öğrenmek istemiştir. Sümâme, öldürme ve serbest bırakma imkânı elinde olan Hz. Peygamber'den hayır beklediğini ifade
edip üç gün boyunca aynı şeyleri söyleyince Allah Resûlü onu serbest bırakmıştır. Muhtemelen, Hz. Peygamber'in hoşgörülü tavrından ve üç gün içinde mescitte
izlediği Müslümanlardan etkilenen Sümâme serbest kalır kalmaz kendi arzusuyla Müslüman olmuş ve o âna kadar işbirliği içinde olduğu Mekkeli müşriklere, sıkıntılı
oldukları bir dönemde, Hz. Peygamber izin vermeden bir buğday tanesi bile göndermeyeceğini belirtmiştir. Mekkelilerin, “Sapıttın mı yoksa?” sorusuna da, “Hayır.
Fakat Allah Resûlü'yle beraber İslâm'a girdim.” diyerek selâmete ve kurtuluşa eriştiğini vurgulamak istemiştir.
İman, bir gönül işidir. Bir dini benimsemek de ondan ayrılmak da insanın hür iradesine bırakılmıştır. Çünkü bu bir imtihandır. Onun için Yüce Allah, müşrik
Arapların ve kitap ehlinin yanılgılarına işaret edip onları doğru yola davet etmekle beraber, insanların hür iradeleriyle benimsedikleri dinleri konusunda baskıcı ve
zorlayıcı olmamıştır. Nitekim şu âyetler bu gerçeği açıkça gözler önüne sermektedir: “Dinde zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Kim tâğûtu (insanları
yoldan çıkaran şeyleri) tanımayıp Allah'a inanırsa asla kopmayacak sağlam bir kulpa sarılmış olur. Allah işitendir, bilendir.” 4 “De ki, hak (gerçek) Rabbinizdendir. Dileyen iman
etsin, dileyen inkâr etsin...” 5 “Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi iman ederdi. Hâl böyleyken sen iman etmeleri için insanlara baskı mı uygulayacaksın?” 6 İlk
âyetin iniş sebebi olarak şu olay anlatılır: İslâm'dan önce, çocuğu yaşamayan ensar kadınları, doğacak çocuklarının yaşaması hâlinde onları Yahudiler arasında
yetiştirip Yahudi yapacaklarına dair adakta bulunurlardı. İşte bu kadınlar, bu amaçla Benî Nadîr Yahudilerinin yanlarına verdikleri çocuklarını, Medine'den sürülen bu
kabileyle gitmelerini önlemek için Müslüman olmaya zorlamışlardı. 7 Âyetin iniş sebebi olarak nakledilen diğer bir olay da Sâlim b. Avfoğulları'ndan bir kişinin,
Şam'dan gelen bir tüccarın telkiniyle Hıristiyan olan iki oğlunu, o tüccarla Şam'a gitmelerini önlemek için tekrar İslâm'a girmeye zorlaması ve Hz. Peygamber'den
onları İslâm'a döndürmesini rica etmesidir. 8 İniş sebebi ne olursa olsun âyet inanç konusunda baskı ve zorlamanın yeri olmadığını açıkça ifade etmektedir.
Son âyetin de işaret ettiği gibi Allah, Elçisi'ni sadece ilâhî mesajın tebliğiyle görevlendirmiş, bu görevi yaparken baskıcı 9 ve zorlayıcı 10 olmaması



gerektiğini vurgulayarak şöyle buyurmuştur: “(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi
yolundan sapanları da doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” 11 Ona inanan müminlerin de aynı yöntemi benimsemelerini istemiştir: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği
emreden ve kötülüğe engel olan bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” 12 “İçlerinde zulmedenler (haksızlık yapanlar) hâriç kitap ehli ile ancak güzel bir şekilde
mücadele edin (tartışın) ve şöyle deyin: 'Biz, bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız ve sizin ilâhınız birdir. Biz sadece O'na teslim olmuş kimseleriz.” 13
Kur'ân-ı Kerîm, geçmiş toplumlarda inançları sebebiyle baskı ve işkence gören insanlara atıfta bulunarak bunu yapanları şiddetle kınamıştır. Örneğin farklı
inançlarından dolayı insanları hendeklere atarak diri diri yakan Uhdûd topluluğundan şöyle bahseder: “... Kahrolsun o alev alev yanan ateş çukurlarını hazırlayanlar!
Hani ateşin başında oturmuşlar, inananlara yaptıklarını seyrediyorlardı. Sırf aziz, övgüye lâyık, göklerin ve yerin mâliki olan Allah'a inandıkları için müminlerden öç aldılar.
Allah her şeye şahittir...” 14 Âyet, Yemen'de Yahudiliği kabul eden Himyer kralı Zû Nuvâs'ın, Milâdî 523'te işgal ettiği Necrân'daki Hıristiyan halkı Yahudiliğe girmeye
zorlarken yaptığı baskılara işaret etmektedir. Bu baskılar sonucu yirmi bin Hıristiyan'ın öldürüldüğü belirtilmektedir. 15 Kur'ân-ı Kerîm, Son Peygamber'e ve mümin
arkadaşlarına baskı ve zulüm yapan Mekkeli müşrikleri, muhtemelen bildikleri bu olayı hatırlatarak uyarmaktadır. Dinde zorlamanın olmayacağını ifade eden Kur'an
emri mutlak ve evrenseldir. Bunun tek istisnası bir kimsenin dinî uygulamaları veya dine karşı tutumuyla başkalarını rahatsız eder noktaya gelmiş olmasıdır. Dini
dayanak noktası yapıp başkalarının haklarına tecavüz etmek ya da din karşıtı tutumuyla başkalarını rahatsız ederek onların kutsal değerlerine saldırmak bir hukuk
ihlâlidir. Dolayısıyla dinî yükümlülükleri yerine getirip getirmeme konusu, kişinin hesabını sadece Allah'a vereceği inanç ve ibadet özgürlüğü alanına girer.
“Din, akıl sahibi insanları, kendi hür iradelerini kullanarak doğrudan hayra ulaştırmak üzere Allah tarafından belirlenen ilâhî değerler manzumesi” olarak
tanımlanmıştır. 16 Dinin özünde iman, imanın temelinde de kalp ile tasdik vardır. İnsanın bir şeyi isteyerek tercih etmesi, onu ancak kalben benimsemesi ile
mümkündür. Bu nedenle ilâhî iradenin benimsenmesi rızaya bağlıdır. Buradan hareket eden İslâm âlimleri de zorlama ve baskı sonucunda yapılan inanç ikrarının
geçersiz olduğunu belirtmişlerdir.

Örneğin, Hanbelî âlim İbn Kudâme şöyle demiştir: “Şayet, İslâm toplumunda yaşayan ve İslâm'a girmeye zorlanması caiz olmayan bir gayri müslim (zimmî) veya
kendisine can güvenliği garantisi verilen (müste'men) bir kimse İslâm'ı kabul etmeye zorlanırsa kendi rızası ile Müslüman olduğu bilinmedikçe Müslüman
sayılmaz....” 17 İbn Kudâme'nin bu görüşü zoraki Müslüman olan bedevîlerin Kur'an'daki şu tasvirine uymaktadır: “Bedevîler, 'İman ettik.' dediler. De ki, '(Gerçekte) iman
etmediniz. Ama, 'Boyun eğdik (teslim olduk.)' deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi...” 18 Baskı ve zorlama, insanı, İslâm'ın reddettiği ikiyüzlülüğe sevk eder. Samimiyete
ve bilinçli tercihe dayanmayan söz ve davranışlar görünüşte dine uygunluk taşısa da gerçekte nifak olarak adlandırılıp inkârla eşit tutulur ve değersiz sayılır. Nitekim
Kur'an, inançlarında dürüst davranmayan münafıkları şiddetle kınamış ve onları apaçık inkârcılardan daha tehlikeli saymıştır. 19
Hz. Muhammed (sav) yirmi üç yıllık peygamberlik döneminde kimseye inanç dayatmadığı gibi dinî uygulamalar konusunda da zorlayıcı olmamıştır. O, hem Mekke
hem de Medine döneminde insanları öğütle, delille ve ikna yoluyla dine davet etmiş, hiçbir zaman zor kullanma yoluna gitmemiştir. Mekke döneminde inen bir âyette
Hz. Peygamber'e, “insanları dine davet ederken hikmet ve güzel öğütle çağırması ve onlarla en güzel şekilde mücadele etmesi” 20 emredilmiş, buna uyan Allah Resûlü'nün
nasıl başarılı olduğu Medine'de nâzil olan şu âyetle tescil edilmişti: “Allah'ın rahmeti sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar senin
etrafından dağılıp giderlerdi...” 21 O, düşmanlarıyla ve diğer din mensuplarıyla ilişkisinde hep barışçı yolu tercih etmiş, zayıf veya kuvvetli olduğu durumlara göre bu
tutumunda bir değişiklik olmamıştır. Bu nedenle, Medine'ye gelen Necrân Hıristiyanlarına kendi mescidinde ayin yapmalarına izin vermiş, imkânı olduğu hâlde
onları alıkoyma veya baskı uygulama yoluna gitmemiştir. 22 Bu yüzden, çeşitli bölgelere gönderdiği valilerine, oradaki Hıristiyan ve Yahudilerin dinlerinden dönmeye
zorlanmamaları talimatını vermiştir. 23 Peygamber Efendimiz kendi döneminde ve sonraki dönemlerde Müslüman olmayanların İslâm'la tanışmaları için yapılacak
fetihlerde insanların önce İslâm dinine davet edilmesini, bunu kabul etmedikleri takdirde kendilerinden cizye istenmesini, bunu da kabul etmemeleri hâlinde son çare
olarak savaş seçeneğine başvurulmasını istemesi de 24 diğer din mensuplarına karşı tutumu hakkında bilgi vermektedir. Hayber Savaşı sırasında sancağı teslim alan
Hz. Ali, “Yâ Resûlallah,


ben bu insanlar Müslüman oluncaya kadar onlarla savaşacak mıyım?” sözüne karşılık Allah Resûlü'nün şu cevabı çok manidardır: “Selâmetle onların bulunduğu yere var.
Onları İslâm'a davet et ve dinin gerekli olan prensiplerini onlara haber ver. Allah'a yemin ederim ki senin vasıtanla Allah'ın bir kişiye hidayet vermesi, kırmızı develere sahip
olmandan daha hayırlıdır.” 25
Hayber'de Hz. Ali'ye hitaben söylediği gibi Allah Resûlü Müslümanların öncelikli görevlerinin insanlara İslâm'ı ulaştırmak olduğunu beyan etmişti.
Peygamber Efendimiz, kimseye inanç dayatmadığı gibi İslâm dinini terk ettiği gerekçesiyle de kimseyi öldürmemiş ve cezalandırmamıştır. Bu konuda Buhârî'nin Sahîh
'inde yer alan bir hadise göre Hz. Peygamber, kendisine biat edip Müslüman olan, sonra da hastalığını öne sürerek bundan vazgeçip Medine'yi terk etmek isteyen bir
bedevînin bu isteğini uygun bulmamış ancak gidişine de engel olmamıştır. Sadece, “Medine, kirini, pasını atan, temizini tutan bir körük gibidir.” buyurarak ona karşı
kırgınlığını ifade etmekle yetinmiştir. 26 Hâris b. Süveyd'in 27 ve İslâm'a girip irtidad eden, sonra yine İslâm'ı kabul eden Mekkeli bir grubun olayı da başka bir
örnektir. İslâm tarihinde ilk irtidad eden kişi olduğu kabul edilen Mukayyis b. Subâbe için Hz. Peygamber tarafından verilen ölüm emri ise onun din değiştirmesinden
dolayı değil yanlışlıkla kardeşini öldüren bir Müslüman'ı, diyetini aldığı hâlde kasten öldürmesinden dolayıdır. 28
“Dinini değiştireni öldürünüz.” 29 “Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah'ın Resûlü olduğuma şehâdet eden Müslüman bir kimsenin kanı ancak üç şeyden biri ile helâl
olur: Evli iken zina etme, adam öldürme ve dinini terk edip cemaatten ayrılma.” 30 şeklinde İslâm'dan dönenlerin ölümle cezalandırılması gerektiğine dair hadisler,
bireysel bir din değiştirmeden dolayı diyaneten katledilmeyi değil, Müslümanlara karşı savaş içinde olma gibi siyaseten ve savaş hukuku gereği öldürülme
müeyyidesini ifade etmektedir. Nitekim Peygamber Efendimizin fiilî uygulaması göz önünde bulundurulduğunda kendi döneminde İslâm dininden çıktığı için hiçbir
kimseyi ölümle cezalandırmadığı görülecektir. Meselâ, Peygamber Efendimiz döneminde ölümle cezalandırılması gerektiği bildirilenlerden biri olan Abdullah b. Sa'd
b. Ebû Serh, Resûlullah'ın (sav) vahiy kâtibi idi. Şeytan onu saptırdı ve İslâm'dan çıkıp kâfirlere iltihak etti. Bunun üzerine Resûlullah (sav) onun Mekke fethi günü
öldürülmesini emretti. Ancak Osman b. Affân onun için eman (güvence) istedi ve Resûlullah da ona eman verdi. 31 Hz. Osman bu şahsın artık

Müslümanlara zararlı olmayacağına, düşman safında yer almayacağına dair güvence verince Allah Resûlü'nün onun güvencesini kabul ettiği anlaşılmaktadır. Risâletin
verildiği ilk dönemde saf değiştirenler genellikte düşman tarafına geçtikleri için doğrudan hasım kabul edilirlerdi. Allah Resûlü'nün yakınında bulunup vahiy kâtipliği
yapan bu kişinin Kureyş müşriklerine katılmasından sonra öldürülmesine karar verilmesi de onun İslâm'dan dönmesinden ziyade, Müslümanlara ihanet ve savaş
hâlindeki insanlara katılıp aynı konumda yer almasıyla ilgili idi. Nitekim zarar vermeyeceği anlaşılınca da Allah Resûlü tarafından affedilmiş ve nihayet zaman içinde
Abdullah b. Sa'd tekrar Müslüman olmuştu. 32
Peygamber Efendimizin Allah'ın birliğine ve kendisinin peygamberliğine şehâdet getirdikten sonra Müslüman bir kimsenin ancak dinini terk edip, cemaatten ayrılırsa
öldürülebileceğini belirtmesi 33 de bu bağlamda anlaşılabilir. Hadisin dinini değiştirip İslâm toplumundan ayrılan kişi bölümü, bulunduğu topluluğa ihanet eden,
onlardan ayrılan, düşmanca tavır alan kişi şeklinde anlaşılmıştır. Nitekim hadisin farklı bir rivayetinde, “İslâm'dan çıkıp Allah ve Resûlü'ne harp ilân eden kişi” olarak
zikredilmesi de 34 bunu teyit etmektedir. Hz. Ömer de bu yönde görüş beyan etmiştir. Nitekim Enes b. Mâlik, Hz. Ömer ile yaşadığı bir olayı şöyle anlatmaktadır:
“Ebû Musa, Tüster'in fethinde beni Ömer'e (ra) gönderdi. Bekr b. Vâil kabilesine ait altı kişiden oluşan bir grup Müslüman olduktan sonra irtidad etmiş ve
müşriklerin safına katılmıştı. Hz. Ömer bana onların akıbetini sordu. Ben de başka bir konudan bahsederek onlar hakkındaki gelişmeleri anlatmak istedim. Fakat Hz.
Ömer ısrarla onların akıbetini sorunca, 'Ey müminlerin emîri, İslâm'dan çıkarak mürted olmuş ve müşriklere katılmış insanlar ancak ölümü hak etmektedirler.'
dedim. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle söyledi: 'Şayet ben onları sağlam olarak ele geçirseydim benim için güneşin üzerine doğduğu her türlü altın ve gümüşten daha
hayırlı olurdu.' Ben, 'Ey müminlerin emîri, onları yakalasaydın ne yapardın?' diye sordum. Hz. Ömer de, 'Onları çıktıkları kapıdan tekrar içeri girmelerini teklif
ederdim. Eğer kabul etmezlerse onları hapse atardım.' diye cevap verdi. 35
İrtidad edenlerin tevbe edip tekrar kazanılması için imkân ve fırsat sağlanması esastır. Tâbiînden İbrâhim en-Nehaî'nin, irtidad eden kimseye tevbe etmesinin
önerileceğini belirtmesi ve Süfyân-ı Sevrî'nin de bu düşünceye katıldığını ifade etmesi, 36 bu insanların tekrar İslâm'a dönüşlerinin sağlanması amacına yöneliktir.

Sahâbeden İbn Abbâs, 37 tâbiînden Hasan-ı Basrî, 38 Atâ b. Ebû Rebâh 39 ve Süfyân es-Sevrî'ye 40 dinini değiştiren kadınların hükmü sorulunca, ölüm cezası
verilemez cevabını vermişlerdir. Çünkü onların anlayışında irtidad edenlerin asıl öldürülme nedeni din değiştirme değil düşman safına katılıp harbi hâline
gelmeleridir. Kadınlar da fiilen savaşa katılmadıkları için onlar için verilen hüküm de farklı olmuştur.
Peygamber Efendimizin çok özel durum(lar) için sarf ettiği bir hadisin çok genel bir anlamda değerlendirmeye çalışılması isabetsiz sonuçlar doğurur. Hadis
kaynaklarında irtidad edenlere ölüm cezası verilmediğine dair örnekler vardır. İbn Abbâs'tan rivayet edildiğine göre ensardan bir adam Müslüman olduktan sonra
dinini terk edip mürted oldu ve müşriklerin arasına katıldı. Sonra pişman oldu. Kabilesine haber göndererek, “Benim için Resûlullah'a (sav) sorun, tekrar İslâm'a
gireceğim, benim tevbem kabul olunur mu?” dedi. Akrabaları Resûlullah'a (sav) gelerek, “Falan kimse İslâm'ı terk ettiğine pişman oldu ve tevbesinin kabul edilip
edilmeyeceğini senden sormamızı istedi dediler. Bu sırada Âl-i İmrân sûresi 86-89. âyetleri nâzil oldu ve bu haber kendisine ulaştırıldı ve o kimse tekrar Müslüman
oldu. 41
Hz. Ebû Bekir, halifeliği döneminde ortaya çıkan ve devlete isyan şeklinde patlak veren irtidad hareketleri devlet idaresini ciddi bir şekilde tehdit etmeye başlayınca,
onlara savaş ilân etmek zorunda kalmıştı. 42 Bu savaş, Müslümanların birliğini parçalamak, İslâm yurdunda Hz. Peygamber'in koyduğu ve uyguladığı esasları boşa
çıkarmak, onların uygulanır olmasını ortadan kaldırmak isteyenlerin engellenmesine yönelik idi. Yine Hz. Ebû Bekir dönemi ve daha sonraki dönemlerde
Müseylimetü'l-Kezzâb, Secâh, Esvedü el-Ansî gibi yalancı peygamberlerin başını çektiği irtidad hareketlerine karşı yapılan savaşlar da aynı mahiyette savunma ve
halkın güvenliğini koruma amaçlı idi.
Din değiştirme, temelde inanç hürriyetiyle ilgili bir konudur. Bir dini benimseyip kabul etme özgürlüğü olan kimsenin o dinden ayrılma özgürlüğü de vardır. Ancak
tarihî bir olgu olarak hiçbir din, kendi açısından din değiştirmeye olumlu bakmamıştır. Bu konuyla ilgili olarak bazen ölüm cezasına kadar uzanan ceza uygulamaları
dinsel öğretiden çok, siyasal ve sosyal şartların gerekçe gösterildiği idarî tasarruflardır. Kur'an, İslâm dinini terk eden kimseye uhrevî yaptırımın dışında hiçbir ceza
öngörmemiştir. Bakara sûresinin 217. âyetinin ilgili kısmı şöyledir: “...Sizden kim dininden döner de


kâfir olarak ölürse bunların bütün amelleri dünyada da âhirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır.” 43 Görüldüğü üzere âyet mürtede
yani İslâm dininden dönene uhrevî cezanın dışında dünyevî bir ceza öngörmemiş, “kâfir olarak ölürse” ifadesiyle de buna işaret etmiştir. Âl-i İmrân sûresinin 86.-90.
âyetlerinde imanlarından sonra küfre sapanların uhrevî cezalarına işaret edilmiş, 87. âyette bu ceza, “Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetini hak etmeleri” olarak
ayrıca tasrih edilmiştir. Nisâ sûresinin 137. âyetinde de şöyle buyrulmaktadır: “İman edip sonra inkâr eden, sonra inanıp tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri
gidenler var ya, Allah onları ne bağışlayacak ne de doğru yola iletecektir.” Eğer mürtede ölüm cezası öngörülmüş olsaydı âyet, tekrar eden iman ve küfür ihtimalinden hiç
bahsetmez, ilk irtidad olayından sonra ölüm hükmünü verirdi. Bu âyetlerden de anlaşılacağı üzere inancı bir irade ve imtihan konusu kabul eden Kur'an'ın buna
aykırı bir beyanının bulunması ve inanç hürriyetini sağlamak üzere gelen bir dinin bu hürriyeti kısıtlayıcı yahut ortadan kaldırıcı bir yaklaşıma sahip olması
düşünülemez. İlgili âyetler, dinden dönenlerin yaptıkları işin doğru olmadığını ve bunların âhirette cehennem azabıyla karşılaşacaklarını bildirmektedir. İnanca davet
ederken cennet vaad eden bir dinin, o inancı terk edeni cehennem azabıyla uyarması doğaldır.
Sevgili Peygamberimiz de İslâm dinini terk edenlere sıcak bakmamış, aynen Kur'an'da olduğu gibi onları uhrevî yaptırımla uyarmıştır. Bir hadislerinde, “Allah,
Müslüman olduktan sonra şirke düşen hiçbir müşrikin amelini, müşriklerden ayrılıp Müslümanlara dönmediği sürece kabul etmez.” 44 buyurmuştur. Dinin, başta Allah ve
Resûlü olmak üzere herkese karşı bir samimiyet olduğunu bildiren Allah Elçisi, 45 dinde Allah'a en sevimli gelen şeyin, din mensubunun, dini üzerinde devamlı ve
sebatlı olması olduğunu belirtmiştir. 46 Ve nihayet, “Şu üç özellik kimde bulunursa o kişi imanın tadına erer: Allah ve Resûlü'nü herkesten çok sevmek, sevdiği kişiyi sadece
Allah için sevmek, imandan sonra küfre dönmekten, ateşe atılmaktan çekindiği gibi çekinmek.” 47 buyurarak, iman ile küfür farkını cennet ve cehennem benzetmesiyle
anlatmıştır.
O, insanları Allah'ın yoluna davet eden bir elçi olarak, bu davete icabet edenlere ne kadar sevindiyse bundan uzak duranlara veya verdiği sözden cayanlara da o
nispette üzülmüştür. Ümmetini, ateşe düşme tehlikesine maruz kalmış pervanelere, kendisini de onlar ateşe koştukça eteklerinden çekip korumaya çalışan kurtarıcıya
benzeten Allah Resûlü'nün, 48

İslâm'ı terk ederek âdeta kendisini ateşe atan bir bedevîye tepki göstermesi anlaşılabilir bir tutumdur. Onun için Cenâb-ı Hak, Sevgili Elçisi'nin bu hassasiyetine,
“Demek onlar bu söze (Kur'an'a) inanmazlarsa arkalarından üzülerek neredeyse kendini harap edeceksin.” 49 âyetiyle işaret etmiştir. Bu konudaki duyarlılığı onu, Yahudi
iken Müslüman olduktan sonra geçim sıkıntısı nedeniyle yiyecek bulamayıp aç kaldıkları için dinlerini terk etme tehlikesi ile karşı karşıya kalan bir grup Müslüman
için borç bulma çabasına sevk etmiştir. 50
Sonuç olarak, insanların akıllarına ve vicdanlarına hitap eden İslâm onların hür iradeleri ve özgür seçimlerine çok önem vermiştir. Tarih boyunca milletler, kitleler
hâlinde özgür iradeleri ile Müslüman olmuştur. İslâm hakikati ile tanışan ve tevhid ile aydınlanan insanlar kolay kolay İslâm'ı terk etmemişlerdir. Nitekim kitleler
hâlinde İslâm'dan çıkışlar olmadığı gibi, bireysel olarak basireti bağlanıp, İslâm'ın aydınlığından sonra inkâr, şirk yahut sapkınlığın karanlığına kapılanlar hep
münferit vakalar olarak kalmıştır. İslâm dini, kendisini tercih etmeyenlerin yanlış bir seçim yaptıklarını ifade etmekle beraber, başka tercihlere müdahale etmemeyi ve
kişileri kendi sorumluluklarıyla baş başa bırakmayı ilke olarak benimsemiştir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

EN ÇOK İLGİ GÖRENLER

HADİSLERLE İSLAM ANA MENÜ

HADİSLERLE İSLAM ANA MENÜ HADİSLERLE İSLAM CİLT 1 HADİSLERLE İSLAM CİLT 2 HADİSLERLE İSLAM CİLT 3 HADİSLERLE İSLAM CİLT 4 HA...