yukarı kaydırma oku

YAZI KOPYALAMA ENGELİ

sağtuş engeli

ANA MENÜ

KEFARET HATALARIN TELAFİSİ

KEFARET HATALARIN TELAFİSİ

Hz. Âişe'den nakledildiğine göre,
Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
Müslüman'ın başına gelen her musibet, hatta batan bir diken bile,
onun günahlarına kefaret olur.”
(M6565 Müslim, Birr, 49)


***

Ebû Hüreyre'den nakledildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Büyük günahlardan kaçınıldığı takdirde beş vakit namaz, iki cuma namazı ve iki
Ramazan, aralarında işlenen günahlara kefarettir.”
(M552 Müslim, Tahâret, 16)


***

Ebû Hüreyre'den nakledildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Bir şeye yemin edip ardından bir diğerini ondan daha hayırlı gören kişi, o işi yapsın.
Yemininden dolayı da kefaret versin.”
(M4271 Müslim, Eymân, 11)


***

İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Günahın kefareti, pişmanlıktır.”
(HM2623 İbn Hanbel, I, 289)


**************************


Peygamber Efendimiz, kendisine nâzil olan Kur'an âyetlerini vakit geçirmeden ashâbına bildiriyordu. Anlamadıkları veya tereddüt ettikleri hususları da
onlara izah ediyordu. Bu âyetlerden biri, “Kim kötü bir iş yaparsa onunla cezalandırılır.” 1 idi. Âyeti anlamakta zorlanan ashâba bu durum çok ağır gelmişti.
Hemen Allah Resûlü'ne gidip durumdan yakındılar. Rahmet Peygamberi de rahat olmalarını kastederek, ibadetleri dosdoğru ve mutedil bir şekilde yerine
getirmelerini ve iyilik yapmaya devam etmelerini söyledi. Ardında da “Müminin başına gelen her musibet, hatta batan bir diken bile, onun günahlarına kefaret
olur.” buyurdu. 2
İnsanların çoğunda, yaptığı yanlıştan dönme, hatasını telâfi etme isteğinin var olduğu söylenebilir. Bu bir anlamda insan olmanın, düşünebilmenin, hesap
verme duygusunun gerektirdiği bir durumdur. İşte bundan dolayı bu âyeti duyan sahâbîler şaşırmış ve hemen Allah Resûlü'ne gitmişlerdi. Gidenlerden biri
de sadakat ve Resûlullah'a olan sonsuz güveni ile bilinen Hz. Ebû Bekir idi. O da bu âyet karşısında tedirgin olmuştu. Bundan dolayı o da diğer sahâbîler
gibi, “Yâ Resûlallah! Yaptığımız her kötülükten dolayı ceza görecek miyiz?” diyerek içindeki kaygıyı dillendirmekten kendini alamamıştı. Bunun üzerine de
Allah Resûlü sadık dostuna, üç kez, “Allah seni bağışlasın.” dedikten sonra, “Sen hiç hastalanmaz mısın? Hiç üzülmez misin? Başına hiç bela gelmez mi?” diye
sormuştu. Hz. Ebû Bekir de bunların tümüne “Evet.” deyince Kutlu Nebî, “İşte bunlar, dünyada yaptıklarınızın cezasıdır/kefaretidir.” buyurmuştu. 3 Başka bir
defasında da genel bir şekilde, “Allah, Müslüman'ın vücuduna batan bir dikene varıncaya kadar yorgunluk, hastalık, kederlenme, hüzünlenme, başına gelen eza ve iç
sıkıntısı gibi musibetleri, onun günahlarına kefaret yapar.” 4 buyurarak herkesi rahatlatmıştı.
Tarihin ilk devirlerinden itibaren insanlar, yaptıkları hatalardan, işledikleri günahlardan arınmak için yalvarma, takdimler sunma, kurbanlar kesme gibi
eylemlere başvurmuşlardır. Bunları kimi zaman musibetlerden uzaklaşmak, kimi zaman da nimetlerden devamlı istifade etmek için yapıyorlardı. Ama asıl
gayeleri günahlarından, isyanlarından dolayı pişman olduklarını ifade etme ve bağışlanma dileği idi. İşte bundan dolayı sahâbîler, “Kim kötü bir iş yaparsa
onunla cezalandırılır.” 5 âyetini ilk duyduklarında


hatalardan dolayı bağışlanmanın mümkün olmadığı zannına kapılmış ve hemen Allah Resûlü'ne koşmuşlardı. O da onlara korkuyu gerektirecek bir
durumun olmadığını güzel bir şekilde anlatmıştı.
Kutlu Nebî, “Mümin, yeşil ekine benzer. Rüzgâr hangi taraftan eserse onu öbür tarafa yatırır (fakat yıkılmaz). Rüzgâr sakinleştiğinde yine doğrulur. İşte mümin de
böyledir; o da bela ve musibetler sebebiyle eğilir (fakat yıkılmaz). Kâfir ise sert ve dimdik sedir ağacına benzer ki Allah onu dilediği zaman (bir defada) söküp devirir.”
6 buyurarak müminlerin çeşitli bela ve musibetlerle karşılaşacaklarını, fakat sabredip inançlarında sabit kaldıkları zaman bu musibetlerin günahlarına
kefaret olacağına işaret etmiştir. Tıpkı ekinler gibi gelen rüzgârlarla sallanacak, yıkılmayacak, sallandıkça da güçleneceklerdi. Ancak inanmayanlar başlarına
gelen musibetlere karşı sabretmeyip isyan edeceklerdi. Tıpkı sedir ağacı gibi rüzgâra direnemeyip kırılacaklardı.
Allah Resûlü, hastalık ve musibetler gibi güzel bir şekilde yerine getirilen çeşitli ibadetlerin de küçük günahlara kefaret olacağını bildirmekteydi. İslâm
tarihinin en önemli isimlerinden biri, edep timsali Hz. Osman Zinnûreyn bir gün abdest almak için su ister ve Resûlullah'ı şöyle buyururken işittiğini
söyler: “Bir Müslüman, farz namazın vakti geldiğinde güzel bir şekilde abdest alıp namazını huşû ile kılarsa büyük günah işlemedikçe o namaz ondan önceki
günahlarına kefaret olur. Bu her zaman için böyledir.” 7 Yine Sevgili Peygamberimiz bu anlamda, “Büyük günahlardan kaçınıldığı takdirde beş vakit namaz, iki
cuma namazı ve iki Ramazan, aralarında işlenen günahlara kefarettir.” 8 buyurmuştur.
Aynı şekilde, “Umre ikinci bir umreye kadar yapılan günahlara kefarettir. Kabul edilmiş haccın karşılığı ise ancak cennettir.” 9 buyuran Hz. Peygamber, bir adamın
kendisine, “Babam öldü, mal da bıraktı, fakat vasiyet etmedi; acaba onun adına ben malını sadaka olarak dağıtsam günahlarına kefaret olur mu?” demesi
üzerine de, “Evet!” cevabını vermiştir. 10
Sevgili Peygamberimiz, zorluklara rağmen güzelce abdest almak, mescitlere çokça gitmek ve bir namazdan sonra diğerini kılmayı hevesle beklemek, 11
büyük günahlardan kaçınıldığı takdirde namaz kılmak, 12 dua etmek, 13 âşûrâ orucu tutmak, 14 Kâbe'yi tavaf etmek, Hacerülesved'e ve Kâbe'nin Rükn-i
Yemânî denilen köşesine el sürmek, 15 sadaka vermek, 16 iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek, 17 Allah yolunda öldürülüp şehit olmak 18 gibi birçok
güzel amelin günahlara kefaret olacağını bildirmiştir.


Nitekim, “İyilikler, kötülükleri giderir.” 19 âyeti de bütün bunları özlü bir şekilde ifade etmiştir.
Bu anlamıyla kefaret, insanların yaptıkları güzel davranış ve ibadetlerin, karşılaştıkları çeşitli eza ve sıkıntıların küçük günahların bağışlanması anlamına
gelmektedir. Kur'ân-ı Kerîm ve Allah Resûlü'nün dilinde bunlara ilâveten, kefaretin, dinen yasak olarak belirlenen bir davranışın yapılması hâlinde, belirli
malî veya bedenî yükümlülüklerin yerine getirilmesi anlamında da kullanıldığı görülmektedir. Ancak bu anlamıyla kefaret, topluma ve kullara karşı yapılan
hataların değil ihlâl edilen bazı yasakların uhrevî sonuçlarını birtakım yükümlülüklerle telâfi etmeye yöneliktir.
Kur'an'da ve Hz. Peygamber'in hadislerinde, açık bir şekilde verilen yeminin bozulması, zıhâr yemini edilmesi, hata sonucu adam öldürme, ihramlının
avlanması, tıraş olması ve Ramazan orucunun bilerek ve mazeretsiz bozulması fiillerinin kefaret gerektiren eylemler olduğu bildirilmiştir.
Kişinin bilerek yaptığı yemini bozması kefaret gerektiren eylemlerin başında gelmektedir. Bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'de, “Allah, boş bulunarak ettiğiniz
yeminlerle sizi sorumlu tutmaz. Ama bile bile yaptığınız yeminlerle sorumlu tutar. Bu durumda yeminin kefareti, ailenize yedirdiğinizin orta hallisinden on yoksulu
doyurmak yahut onları giydirmek ya da bir köle azat etmektir. Kim (bu imkânı) bulamazsa onun kefareti üç gün oruç tutmaktır. İşte yemin ettiğiniz vakit
yeminlerinizin kefareti budur. Yeminlerinizi tutun. Allah, size âyetlerini işte böyle açıklıyor ki şükredesiniz.” 20 buyrulmaktadır. Peygamber Efendimiz de
yemininin gereğini yerine getirmiş, yeminini bozması hâlinde ise âyette belirtilen şekilde kefareti vereceğini bildirmiştir. Ebû Musa el-Eş'arî, Peygamber
Efendimizin bozduğu bir yemin için kefaret verdiğini şöyle anlatmaktadır: Tebük Seferi'ne katılabilmek için birkaç arkadaşımla birlikte Allah Resûlü'ne
gidip bize binek hayvanı vermesini istedik. O da bize, “Vallahi, size herhangi bir binit veremem. Zaten elimde sizi bindirebileceğim hayvan yok.” buyurdu. Biz de
çaresiz bir süre bekledik. Sonra kendisine bazı develer getirilince, daha önce hayvan veremeyeceğine yemin eden Resûlullah bize üç deve verilmesini
emretti. Biz Allah Resûlü'ne yeminini unutturduğumuzu düşünüp kendimizi suçlu hissettik ve tekrar huzuruna çıktık. Ona, “Yâ Resûlallah! Biz sana gelip
binek hayvanları istedik; sen ise veremeyeceğine dair yemin ettin. Sonra da hayvanları bize verdin?” dedik. Resûl-i Ekrem, “Vallahi, hayvanları size ben
vermedim, Allah verdi. Vallahi ben bir şeye yemin edip sonra ondan daha hayırlı başka bir şeyin


olduğunu gördüğümde, yeminimin kefaretini öderim ve daha hayırlı olanı yaparım.” buyurdu. 21 Benzer bir şekilde başka bir münasebetle de yine bu anlamda,
“Bir şeye yemin edip ardından bir diğerini ondan daha hayırlı gören kişi, o işi yapsın. Yemininden dolayı da kefaret versin.” 22 buyurdu.
Kefareti gerektiren bir diğer eylem de zıhârdır. Zıhâr ise bir kimsenin eşini; annesi, kız kardeşi, halası, teyzesi gibi kendisiyle evlenmesi sürekli yasak olan
bir kimsenin sırtına benzetmek suretiyle, ona yaklaşmayacağına dair yemin etmesidir. Bu âdet câhiliye döneminde erkeklerin eşlerini boşamak için
kullandıkları bir usuldü. Ancak İslâm bunu boşama olmaktan çıkarıp bu hatalı davranışı kefaretle telâfi edilebilir bir hâle getirmiştir. Kur'an, zıhâr kefaretini
de üç aşamalı olarak şöyle belirlemiştir: “Kadınlarından zıhâr yaparak ayrılıp sonra da söylediklerinden dönecek olanlar, eşleriyle birbirlerine dokunmadan önce, bir
köle azat etmelidirler. İşte bu hüküm ile size öğüt veriliyor. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. Kim (köle azat etme imkânı) bulamazsa, eşine dokunmadan
önce art arda iki ay oruç tutmalıdır. Kimin de buna gücü yetmezse altmış fakiri doyurmalıdır. Bunlar, Allah'a ve Resûlü'ne hakkıyla iman edesiniz diyedir. İşte bunlar
Allah'ın sınırlarıdır. Kâfirler için elem dolu bir azap vardır.” 23
Hadislerde belirlenen kefaretlerden biri Ramazan orucu ile ilgilidir. Ramazan ayında oruçlu iken karısı ile cinsî münasebette bulunan bir şahıs Resûlullah'a
gelip ne yapması gerektiğini sorar. Resûlullah ona, “Azat edebilecek bir köle bulabilir misin?” der. O zât, “Hayır (bulamam).” deyince Resûlullah, “İki ay
kesintisiz oruç tutmaya gücün yeter mi?” buyurur. Adam, “Hayır (buna da gücüm yetmez).” der. Resûlullah, “Öyleyse altmış fakiri doyur!” buyurur. 24 Ramazan
ayında oruçlu iken cinsî münasebette bulunanın kefaret vermesinin nedeninin, oruçlu iken bu eylemi yaparak Ramazan'ın saygınlığını ihlâl etmesi olduğu
anlaşılmaktadır. Buna göre, oruçlu iken bilerek bu eylemi yapan kişi kefaret olarak imkânlar ölçüsünde köle azat etmek, ara vermeksizin iki ay süreyle oruç
tutmak, altmış fakiri sabahlı akşamlı doyurmak şeklindeki üç seçenekten birini yerine getirmelidir.
Yanlışlıkla bir müminin öldürülmesi hâlinde de maktulün yakınlarına verilmesi gereken diyetin yanında katilin ayrıca kefaret vermesi gerektiği de Kur'ân-ı
Kerîm'de belirtilmiştir. Kefaret olarak da bir mümin köleyi azat etme, bu mümkün olmadığı takdirde de tevbenin kabulü için ara vermeden iki ay oruç
tutmak öngörülmüştür. 25
Bir diğer kefaret hac veya umre için ihrama girenlerin belirlenen özel yasaklardan bazılarını ihlâl etmeleriyle ilgilidir. Kur'ân-ı Kerîm'de,


“İçinizden her kim hastalanır veya başından rahatsız olur (da tıraş olmak zorunda kalır)sa fidye olarak ya oruç tutması ya sadaka vermesi ya da kurban kesmesi
gerekir.” 26 buyrulmuştur. Allah Resûlü de oruç, sadaka veya kurban olarak bildirilen kefaretin nasıl uygulanacağını açıklamıştır. Bir gün hac esnasında
Kutlu Nebî, ashâbından Kâ'b b. Ucre'nin hâlini görünce, “Başındaki bitler seni rahatsız ediyor galiba?” buyurdu. Kâ'b, “Evet yâ Resûlallah!” dedi. Bunun
üzerine, “Sen başını tıraş et. Ya üç gün oruç tut, ya altı fakiri doyur ya da bir koyun kurban et!” 27 buyurarak âyetteki genel ifadeleri izah etti.
Bazı rivayetlerde hayızlı hanımıyla cinsî münasebette bulunmanın da kefaret gerektirdiği yer almaktadır. Zira Yüce Rabbimiz Kur'ân-ı Kerîm'de hayızlı
kadınla cinsî münasebette bulunmayı yasaklamıştır. 28 Peygamber Efendimiz ise bu yasağı ihlâl edenlerin kefaret olarak bir dinar (4.25 gr altın) veya yarım
dinar sadaka vermelerini tavsiye etmiştir. 29 Birçok âlim bu rivayetlerde belirlenen kefaretin kesinlik değil tavsiye niteliği taşıdığını ifade etmiştir.
Hadislerde, işlenen çeşitli suçlar için belirlenen cezaların yerine getirilmesinin de kefaret sayıldığı belirtilmektedir. Mekke'de bulunan Allah Resûlü'nün bir
çıkış aradığı günlerde kendisine kucak açan Medineli ilk Müslümanlardan ve Akabe Biatlerinin güzide temsilcilerinden biri olan Ubâde b. Sâmit, burada
verdikleri sözü şöyle dile getirmektedir: Resûlullah etrafında bulunan ashâbına şöyle buyurmuştu: “Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza, zina
etmeyeceğinize, hırsızlık yapmayacağınıza, çocuklarınızı öldürmeyeceğinize, kendiliğinizden uyduracağınız bir yalanla hiç kimseye iftira etmeyeceğinize, iyi işlerde
bana karşı gelmeyeceğinize söz vererek bana biat ediniz. Kim sözünde durursa ecrini Allah verecektir. Sizden biriniz yukarıda sayılanlardan herhangi birini işler de
cezasını dünyada çekerse, o ceza, işlediği suçun kefaretidir. Kim de bu suçlardan birini işler de suçu gizli kalır, cezasını dünyada çekmezse onun işi Allah'a kalmıştır.
Allah dilerse onu affeder, dilerse cezalandırır.” 30
Bunun dışında da bazı hadislerden, bir suçun cezası dünyada çekildiyse bunun ona kefaret olacağı ve âhirete bir günah kalmayacağı anlaşılmaktadır. 31
Bunu çok iyi bilen sahâbe-i kirâm, yaptıkları suçların cezasının dünyada iken verilmesi hususunda ısrarcı davranmışlar ve bu uğurda gerekirse ölüm
cezasını bile göze almışlardır. 32
Allah Resûlü bazı durumlarda ise verilen maddî hasarın telâfisinin de kefaret olduğunu bildirmişti. Peygamberimiz (sav) bir gün sevgili eşi Âişe'nin
odasında iken, Hayber'in fethinden hemen sonra evlendiği diğer eşi

Safiyye bnt. Huyey kendisine ikram edilmek üzere bir kap yemek gönderir. Hz. Peygamber'in diğer eşlerine karşı zaman zaman kıskanç tavırlar sergileyen
Hz. Âişe, kendini tutamayarak hizmetçinin elindeki kabın düşüp kırılmasına sebep olur. Sonra da yaptığından pişmanlık duyarak Resûlullah'a (sav) o
yaptığı hatanın kefaretini sorar. Sevgili Peygamberimiz de, “Kırılan kap gibi bir kap, dökülen yemek gibi bir yemek.” buyurur. 33
Allah Resûlü, insanın konuşmalarına dikkat etmesi gerektiğini ancak bazen istemeden de olsa bazı hataların yapılabileceğini, bundan dolayı da af dilemek
gerektiğini hatırlatmaktadır. İslâm'ın güzelliklerini yaymak için gittiği Horasan'da vefat eden 34 sahâbîlerden Ebû Berze el-Eslemî'nin anlattığına göre, bir
gün Sevgili Peygamberimiz, bir toplantıdan ayrılacağı sırada, “Allah'ım! Sen bütün noksanlıklardan uzaksın. Sana hamdediyorum. Senden başka ilâh olmadığına
şahitlik ederim. Senden bağışlanma diler ve sana tevbe ederim.” dedi. Orada bulunanlardan biri, Ey Allah'ın Resûlü, daha önce hiç söylemediğiniz sözler
söylediniz, deyince Resûlullah şöyle cevap verir: “Bu sözler toplantıda ortaya çıkan hatalara kefarettir.” 35
“Günahın kefareti, pişmanlıktır.” 36 buyurarak kefaret hususunda son derece geniş hareket alanına işaret buyuran Allah Resûlü, örneğin câhiliye
dönemindeki alışkanlığı gereği Lât ve Uzzâ adına yemin edenlere, bunun kefareti için hemen “Lâ ilâhe illâllâh.” demelerini önermiştir. 37 Ümmetinin bütün
hata ve günahlarının bağışlanması ve Allah'ın huzuruna tertemiz çıkmaları hususunda tüm gayretini gösteren Sevgili Peygamberimiz, sadece Allah'a karşı
işlenen günahlar ve yasak ihlâllerinde değil, bunların yanı sıra günlük hayatta karşılaşılan birtakım olumsuz davranış ve tavırlarda da kefareti çözüm yolu
olarak tercih etmiştir. Gençliğinin en güzel yıllarını Efendiler Efendisi'ne hizmet etmekle geçiren değerli sahâbî Enes b. Mâlik'in anlattığına göre, zemini
toprak, kum ve çakıldan oluşan mescide tüküren birini gören Resûlullah (sav), “Mescide tükürmek günahtır, kefareti ise onu temizlemektir.” buyurmuşlardır. 38
Yine, “Her kim kölesine tokat atar veya döverse, kefareti o köleyi azat etmesidir.” 39 buyuran Allah Resûlü, insan onurunu rencide etmenin de tıpkı diğer
yasaklar gibi olduğuna ve bunun da benzer şekilde telâfi edilmesi gerektiğine işaret etmiştir.
Kefaret, işlenen hata ve günahlardan dolayı Allah'tan af ve mağfiret dilemek olduğu için bir anlamıyla tevbe demektir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de hata
sonucu adam öldürenlerin kefaretinden söz eden âyette, bunu ifa etmenin tevbe yerine geçtiği belirtilmiştir. 40 Benzer bir şekilde,


bir grup müşrikin Âlemlerin Efendisi'nin huzuruna gelerek, “Anlattığın ve insanları çağırdığın din gerçekten pek güzeldir. Eğer günahlarımıza kefaret
olacağını söylersen İslâm'a gireriz.” demeleri üzerine, “Onlar, Allah ile beraber başka bir ilâha kulluk etmeyen, haksız yere, Allah'ın haram kıldığı cana kıymayan
ve zina etmeyen kimselerdir. Kim bunları yaparsa ağır azaba uğrar. Kıyamet günü onun azabı kat kat artırılır ve horlanmış olarak orada ebedî kalır. Ancak tevbe edip
de inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Kim de tevbe eder ve salih
amel işlerse işte o, Allah'a tevbesi kabul edilmiş olarak döner.” 41 âyetleri nâzil olmuştur. 42 Dolayısıyla Peygamber Efendimiz Müslüman olmanın zaten önceki
hayatın bütün yanlışlarını yok ettiğini buyururken tevbe ve kefareti birlikte kullanmıştır. Yine Amr b. Âs, Müslüman olduğunda önceki günahları
affedilmeden biat etmek istemeyince Allah Resûlü, “Ey Amr, bilmiyor musun İslâm, önce işlenen tüm günahları siler.” buyurmuştur. 43 Tevbe, kişinin yaptığı
hatalardan pişmanlık duyup Rabbine yalvarması, günahlarının bağışlanmasını istemesi iken, kefarette bunlarailâve olarak bazı durumlarda belirlenen
yükümlülüklerin yerine getirilmesi istenmektedir. Bir anlamda kefaret, sözle değil eylemle yapılan bir tevbe şeklidir. Buna göre kefaretin bu yönüyle
tevbeden daha özel bir anlam taşıdığı söylenebilir.
Hakikatte kefaret, istenilen, tavsiye edilen bir durum değildir. Asıl olan kişinin Allah'ın rızasını gözeterek ve onun iradesini ihlâl etmeden hayatını
sürdürmesidir. Ancak bu iradenin ihlâl edilmesi durumunda da hata ve günahların telâfi edilmesini sağlamak amacıyla kefaret verme imkânı sunulmuş ve
böylece insanlara bir çıkış yolu gösterilmiştir. Kefaret uygulamalarıyla bir yandan kişiler eğitilip olgunlaştırılmakta, öte yandan toplumun muhtaç
kesimlerinin istifade edebileceği çeşitli imkânlar sunulmaktadır. Kişi kefaret vererek, yaptığı hatayı telâfi etmenin huzurunu yaşarken, azat edilen,
doyurulan, giydirilen insanları da memnun etmektedir.
Sonuç olarak Allah'ın iki şekilde kullarına hatalarını temizleme ve düzeltme imkânı tanıdığı anlaşılmaktadır. Birincisi, yaşadığı musibetlerin, yaptığı her
türlü ibadet ve hayırlı işlerin günah, hata ve noksanlarına kefaret olmasıdır. İkincisi ise bazı yasakları ihlâl etmesinden dolayı birtakım malî ve bedenî
yükümlülükleri yerine getirmesinin kefaret olmasıdır. Böylece insan bir yandan ibadetlerini yerine getirirken Allah'ın lütuf ve ihsanıyla günahlarından
arınır, diğer yandan da kefaret olarak belirlenen


yükümlülükleri yerine getirerek olgunlaşır ve toplumda bulunan fakirlerin ihtiyacını giderir. Namaz, oruç, umre gibi kefaretler kişisel gelişime katkı
sağlarken köle azat etme, kurban, şahsî hakkın geri ödenmesi gibi olanlar ise güzel dinimiz İslâm'ın toplumsal ilişkilerin korunmasına ve güçlendirilmesine
verdiği önem ve değeri gözler önüne sermektedir. Bunailâve olarak kefareti, günahın sorumluluğunun âhirete kalmaması yönünde verilen yeni bir fırsat
olarak değerlendirmek gerektiği belirtilmelidir.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

EN ÇOK İLGİ GÖRENLER

HADİSLERLE İSLAM ANA MENÜ

HADİSLERLE İSLAM ANA MENÜ HADİSLERLE İSLAM CİLT 1 HADİSLERLE İSLAM CİLT 2 HADİSLERLE İSLAM CİLT 3 HADİSLERLE İSLAM CİLT 4 HA...