SEVAP VE GÜNAH AMELLERİN KARŞILIĞI
Esed kabilesine mensup Vâbisa b. Ma'bed,
Resûlullah'ın (sav) kendisine şöyle dediğini nakletmiştir:
“… İyilik, gönlü huzura kavuşturan ve içe sinen şeydir; kötülük ise, insanlar sana fetva verseler (onaylasalar) bile, gönlü(nü) huzursuz eden ve iç(in)de bir
kuşku bırakan şeydir.”
(DM2561 Dârimî, Büyû', 2)
***
Ebû Hüreyre'nin rivayet ettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Biriniz İslâm'ı güzelce yaşadığında, yapacağı her bir iyiliğe karşılık on
mislinden yedi yüz katına kadar (sevap) yazılır; yapacağı her bir kötülüğe ise ancak bir misli (günah) yazılır.”
(B42 Buhârî, Îmân, 31)
***
Münzir b. Cerîr'in, babası (Cerîr b. Abdullah) yoluyla naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Kim İslâm'da güzel bir davranışa
öncülük ederse hem (kendi yaptığının) sevabını, hem de kendisinden sonra o işi yapanların sevaplarını alır. Üstelik onların sevaplarından da bir şey eksilmez.
Kim de İslâm'da kötü bir davranışa ön ayak olursa, hem kendi günahını, hem de kendisinden sonra onu yapanların günahını alır. Yine onların günahından da
bir şey eksilmez.”
(M2351 Müslim, Zekât, 69)
***
Ebû Zer diyor ki: “Allah Resûlü (sav) bana şöyle dedi: 'Nerede olursan ol, Allah'a karşı gelmekten sakın. Bir kötülüğün arkasından hemen iyilik yap ki
onu yok etsin. Bir de insanlara güzel ahlâkla davran!' ”
(T1987 Tirmizî, Birr, 55)
***************************
Peygamber'in yakın ashâbı kadar şanslı değildi. Hicretin dokuzuncu senesinde, kabilesinden on kişilik bir heyetle Medine'ye gelip Müslüman olan
Vâbisa b. Ma'bed el-Esedî de bunlardan biriydi. 1 O, Medine'nin yerlisi değildi ve Peygamber Efendimizden İslâm ile ilgili gerekli hususları öğrenip
memleketine geri dönecekti. Medine'de kalacağı süre zarfında sorumluluklarını, nelerin sevap nelerin günah olduğunu öğrenip dönmek istiyordu.
Bu amaçla, doğru Resûlullah'a gitti. Ne var ki, Hz. Peygamber'in etrafında oldukça kalabalık bir cemaat vardı. Ancak Vâbisa kararlıydı. Oradakileri
kızdırmak pahasına da olsa, kalabalığı yararak ilerlemeye ve 'yanı başında olmaktan en çok mutluluk duyacağım insan' diyerek niteleyeceği
Sevgililer Sevgilisi'ne yaklaşmaya çalıştı. Vâbisa'nın bu telaşını takip eden Nebî (sav), “Yaklaş ey Vâbisa! Yaklaş ey Vâbisa!” dedi. Bunun üzerine dizi
dizine değecek kadar yakınına gelen Vâbisa henüz sorusunu sormadan Allah Resûlü şöyle buyurdu: “Bana iyilik ve kötülüğün (sevap ve günahın) ne
olduğunu sormaya mı geldin?” “Evet” dedi Vâbisa. Elleriyle Vâbisa'nın göğsüne dokunan Resûl-i Ekrem (sav):“Kendine danış ey Vâbisa! İyilik, gönlü
huzura kavuşturan ve içe sinen şeydir; kötülük ise, insanlar sana fetva verseler (onaylasalar) bile, gönlü(nü) huzursuz eden ve iç(in)de bir kuşku bırakan
şeydir.” 2 buyurdu.
Aynı soruyu on sekizinde İslâm'la şereflenen ve Allah'ın Resûlü'ne daha fazla soru sorup daha çok şey öğrenmek amacıyla bir yılını Medine'de
geçiren Nevvâs b. Sem'ân da sormuştu. Onun aldığı cevap da Vâbisa'nınkinden pek farklı değildi: “İyilik, güzel ahlâktır; kötülük ise, vicdanını
rahatsız eden ve insanların bilmesini istemediğin şeydir.” 3
İlk İslâm toplumunun iyilik ve kötülük gibi evrensel nitelikli kavramlardan ve bunların içeriğinden habersiz oldukları düşünülemez. Ancak onlar
İslâm'la birlikte bu kavramların uhrevî boyutuyla tanışmışlar, iyinin 'sevap', kötünün ise 'günah' olduğunu öğrenmişlerdi. Aslında bulûğ
çağına ermiş ve akıllı olan her insan, iyi ve kötüyü birbirinden ayırt edebilir. Zira Yüce Yaratan kötülük duygusunu ve bundan sakınma erdemini
insan fıtratına 4 ilham etmiştir. 5 İnsana düşen, Rabbinden gelen bu ilhamla, tertemiz olan fıtratını 6 günahlardan koruyup doğru davranışlara
yönelmektir. Bununla birlikte âhiret inancıyla yeni tanışmış ve onu benimsemiş ilk Müslümanlar arasında hangi davranışların sevap kazandıracağı,
hangilerinin de günaha yol açacağı özel bir ilgi ve merak konusu olmuştu.
Sergiledikleri güzel davranışların asla zayi olmayacağını, 7 karşılığının kesintisiz bir şekilde verileceğini, 8 bu davranışları sayesinde ebedî cennet
yurdunda sayısız rızıklarla donatılacaklarını 9 öğrenen sahâbîler, Allah Resûlü'ne sık sık “Hangi ameller daha iyidir?”, “Allah'ın en çok hoşuna
giden davranışlar hangileridir?” gibi sorular yöneltiyorlardı. Resûl-i Ekrem de muhatabının içinde bulunduğu duruma ve ihtiyacına göre bu
sorulara farklı cevaplar veriyordu. Onun (sav) dilinde en hayırlı veya Allah'ın en çok hoşuna giden davranış, şartlara ve muhataplara göre değişken
bir nitelik arzederek, bazen Allah ve Resûlü'ne iman ile Allah yolunda cihad etmek, 10 bazen cihadla emrolunmayan hanımlar için 'cihadın en
hayırlısı' dediği makbul bir hac, 11 bazen vaktinde kılınan namaz ve ana babaya iyi davranmak, 12 bazen de oruç ibadeti olabilmekteydi. 13
Allah katında mükâfatlandırılacak davranışların sınırı yoktur. Sevap, davranışlarımızın Allah nezdinde hüsn-i kabul görmesi olduğuna göre,
esasında davranışı sevaba dönüştüren onun niceliği değil, niteliğidir. Ameli sevaba çeviren şey öncelikle niyettir. Söz konusu niyet ise, Allah'ın
sevgisini ve rızasını elde etmek dışında hiçbir amaç gözetmemektir. Bu bakımdan diyebiliriz ki, hiçbir iyilik küçük görülmemelidir. Basit gibi
görünmekle beraber geçmiş günahların silinmesine vesile olan nice davranış vardır. Bazen susuzluktan dili sarkmış ve ölmek üzere olan bir köpeğe
iki yudum hayat suyu temin etmek, 14 bazen gelip geçene rahatsızlık veren yoldaki bir taşı, çerçöpü alıp kenara koyuvermek 15 ebedî mutluluğun
kapılarını açmaya vesiledir. Allah rızası için bir hasta ziyareti, meleğin, “İyi ettin! Attığın adımlar hayırlı olsun, cennette bir yerin yuvan olsun.” 16
muştusuyla karşılık bulabilir. Ve bazen tatlı bir söz, cehennem ateşini söndürebilir, 17 bir güler yüz, sevap hanesine artı olarak kaydedilebilir. Bu
bakımdan Allah Resûlü'nün, “Hiçbir iyiliği küçümseme.” 18 şeklindeki öğüdü anlamlıdır.
Allah rızası dışında yapılan ameller makbul olmadığı için 19 sevap işleme niyeti olmaksızın birtakım dünyevî çıkarlar gözetilerek yapılan
iyiliklerin sevaba dönüşmesi mümkün değildir. Gerçekleştirilen eyleme sevap yahut günah sıfatını kazandıran, dolayısıyla da günah boyutunda
kişiye sorumluluk yükleyen etkenlerden biri de niyetin yanı sıra kişinin iradesidir. Zira Allah hiç kimseyi gücünün yetmediği şeyle sorumlu
tutmamıştır. 20 Dolayısıyla yanılma, unutma ve zorlama gibi kişinin iradesi dışındaki hâllerde vukû bulan yanlış ve kötü davranışlar mazur
görülmüştür. 21
“Yaptığınız her iyiliğin karşılığını Allah katında bulursunuz.” 22 buyuran Allah (cc), aynı zamanda bu karşılığın kat kat olacağını, buna karşın yapılan
kötülüklere ise sadece misliyle karşılık verileceğini buyurmaktadır. 23 Aynı şekilde Peygamber Efendimiz de, “Biriniz İslâm'ı güzelce yaşadığında,
yapacağı her bir iyiliğe karşılık on mislinden yedi yüz katına kadar (sevap) yazılır; yapacağı her bir kötülüğe ise ancak bir misli (günah) yazılır.” 24
buyurmuştur. Ayrıca Peygamberimizin ifade ettiği üzere, inanan bir kul eyleme geçirmediği kötü niyet ve planlarından ötürü cezaya
çarptırılmayacak, 25 kötü niyetini gerçekleştirdiği vakit ise ancak misliyle cezalandırılacaktır. 26 Bunun yanında Rahmân'ın hoşnutluğunu
kazanmak için kulun hayırlı bir işe sadece niyet etmesi bile yeterlidir. Bu niyetini bir de eyleme dönüştürdü mü artık o iyilik çok daha fazlasıyla
karşılık bulacaktır. 27 Zira Rabbimizin ikramı ve ihsanı sınırsızdır. 28 Şu hâlde bir hurma deyip geçmemeli, helâl kazançtan olması kaydıyla kulun
samimi niyetlerle sadaka olarak verdiği bir tanecik hurmanın sevabının, Rahman'ın nezdinde kat kat artırılacağı unutulmamalıdır. 29
Medine'de bir öğle vaktiydi. Ashâb her zamanki gibi Mescid-i Nebevî'de toplanmış, namaz vaktini beklemekteydi. Derken, yalın ayaklı bazı
insanlar geldi. Üstlerinde doğru dürüst giyecekleri yoktu. Kaba yün abalarını başlarına geçirivermişlerdi. Mudar kabilesine mensup olan bu
adamlar, kılıçlarını kuşanmış bir vaziyette mescide girdiler. Ne kadar muhtaç oldukları her hâllerinden belliydi. Onların bu durumunu görür
görmez Rahmet Elçisi'nin yüzü değişiverdi. İçeri girip çıktıktan sonra Bilâl'e ezan okumasını emir buyurdu. Allah Resûlü namazdan sonra bir
konuşma yaptı. Allah'a hamd ve senâ ettikten sonra konuşmasına, “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden birçok
erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'a karşı gelmekten ve
akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah, üzerinizde bir gözetleyicidir.” 30 âyetiyle başladı. Ardından Haşr sûresinin 18. âyetini okudu:
“Ey inananlar! Allah'tan sakının ve herkes
yarın (âhiret) için neler hazırladığına bir baksın!” Sözüne devamla, “Herkes altın ve gümüş paralarından, elbisesinden, buğdayından ve hurmasından bir
avuç, hatta yarım hurma da olsa sadaka versin!” buyurarak mescitteki ashâbını bu fakirlere yardım etmeye çağırdı. Bunun üzerine ensardan bir zât,
taşımakta güçlük çektiği bir torbayla mescide girdi. Sonra diğerleri onu takip etti, herkes imkânı nispetinde ne bulduysa getirmişti. Neticede
mescidin ortasında iki kocaman yiyecek ve giyecek öbeği oluştu. Bu manzara karşısında sevinçten yüzü parlayan Kutlu Nebî, hayırlı bir işe
öncülük etmenin âhiret yurduna getirisini, şu cümlelerle müjdeledi:
“Kim İslâm'da güzel bir davranışa öncülük ederse hem (kendi yaptığının) sevabını, hem de kendisinden sonra o işi yapanların sevaplarını alır. Üstelik onların
sevaplarından da bir şey eksilmez. Kim de İslâm'da kötü bir davranışa ön ayak olursa, hem kendi günahını, hem de kendisinden sonra onu yapanların
günahını alır. Yine onların günahından da bir şey eksilmez.” 31
Allah Resûlü'nün teşvik edici konuşmasında dile getirdiği, “...Herkes yarına (âhirete) neler hazırladığına bir baksın.” 32 âyeti, sahâbîlerin üzerinde o
kadar kuvvetli bir tesir meydana getirmiş olmalı ki, onlar, bu yoksul grubun ihtiyaçlarını gidermek için seferber olmuşlar ve âdeta bir yarış içine
girmişlerdi. Onların Mescid-i Nebevî'de Mudarlı yoksullar için biriktirdikleri yiyecek ve giyecekler gerçekte âhirete götürmek üzere biriktirdikleri
azığın bir parçasıydı. Orada birikenlerin âhirette ilâhî bir lütufla, ödülle karşılık bulacağını biliyorlardı. Bunun için yarışmaya değerdi. Bu yarışın
özelliği herkesin kazançlı çıkmasıydı. En kazançlı olan ise yarışı başlatan, yani hayra, iyiliğe öncülük edendi.
Bir kötülüğe öncülük edenin günah bakımından durumu da aslında bundan farksızdır. Allah Resûlü, bu durumda olan kişilerin akıbetini Kâbil
örneğiyle inananlara anlatmıştır:“Bir can haksız yere öldürüldüğünde onun kanından/günahından Âdem'in ilk oğluna (Kabil'e) mutlaka bir pay düşer!
Çünkü öldürme âdetini ilk kez başlatan odur.” 33 Kötülük etmek, kötülükte işbirliği yapmak, kötüye ve kötülüğe göz yummak dinî olduğu kadar
insanî açıdan da kabul edilir davranışlar değildir. Sahâbîlerin Hz. Peygamber'e en büyük günahın ne olduğunu sormaları, iyilik kadar kötülük
konusunda da hassas olduklarını göstermektedir. Allah Resûlü bu sorulara cevap verirken, Allah'a şirk koşmanın günahların en büyüğü olduğunu
söyledikten sonra, anne babaya karşı saygısız ve kötü davranmak, yalancı şahitlik, 34 haksız yere adam öldürmek, 35 fakirlik endişesi ile
çocuğunun canına kıymak ve
komşunun eşi ile zina etmek 36 gibi kötülükleri sıralamıştır. Kötülüklerin bir zincir gibi birbirini tamamladığı ve umursanmadığında çığ gibi
büyüdüğü düşünülürse, Hz. Peygamber'in “günahları küçümsememeleri yönünde müminleri uyarması” 37 daha iyi anlaşılacaktır. Abdullah b.
Mes'ûd da şöyle demiştir: “Mümin kimse günahlarını, üzerine düşüverecek bir dağ gibi büyük görür. Fâcir/günahkâr kişi de günahlarını, burnu üzerine
konan ve kovalayınca kaçacak bir sinek gibi görür.” 38
Mümin, yaptığı iyiliklerin ve kötülüklerin karşılığını sadece Allah'tan alacağını, bunun yerinin de esasen âhiret hayatı olduğunu hiçbir zaman
aklından çıkarmamalıdır. Ancak bu, kulun bazen bu dünyada da ödüllendirilmeyeceği veya birtakım sıkıntılarla karşılaşmayacağı şeklinde
anlaşılmamalıdır. Nitekim hadislerde, “başkasına iyilik etmek ve akrabayı ziyaret etmek veya bunun tam aksine birine haksızlık etmek ve
akrabalarla ilişkileri koparmak” gibi bazı davranışların sevap ve günahının âhirete ertelenmeyeceğinden söz edilmektedir. 39 Günahın, kalbi
karartacağını, 40 rızıktan mahrum bırakacağını, 41 çoğalması hâlinde kişinin helâkine sebep olacağını 42 söyleyen Allah Resûlü, işlenen
kötülüklerin dünya hayatındaki yansımalarına işaret etmiştir. Kaldı ki, Kur'ân-ı Kerîm'de Allah (cc), inandıktan sonra iyi davranışlar ortaya koyan
kullara, cennet nimetleri yanında huzurlu bir dünya hayatı da vaad etmektedir. 43 Aynı şekilde O, inkâr eden kullarına hem dünyada hem de
âhirette azap olunacaklarını haber vermiştir. 44 Ancak her hâlükârda inanan insan, yaptığı iyilikler karşılığında dünyalık bir beklenti içinde
olmamalıdır. Müslüman kişinin, işlediği sevap ve günaha ilk tepkisi Nebî'nin (sav) şu duasındaki gibi olmalıdır: “Allah'ım, beni güzel bir iş yaptıkları
zaman mutlu olan, günah işledikleri zaman da bağışlanma dileyen kullarından eyle.” 45
Öte yandan mümin, yaptığı hatayı düzeltmenin, işlediği günahı temizlemenin, kusurunun bedelini bu dünyada ödemenin gayreti içinde olmalıdır.
Allah Resûlü ile sık sık bir araya gelen sahâbîler arasında da zaman zaman günaha bulaşanlar olmuyor değildi. Ancak onlar işledikleri günahın
altında o kadar eziliyorlardı ki, daha fazla dayanamayıp, “Helâk oldum ey Allah'ın Elçisi!” diyerek Resûl-i Ekrem'in karşısına çıkıyor ve yüz
kızartıcı da olsa işledikleri günahı itiraf etmekten çekinmiyorlardı. Yaptıklarının cezasını âhirette çekmektense, dünyada verilecek her türlü cezaya
razı oluyorladı. “Nerede olursan ol, Allah'a karşı gelmekten sakın. Bir kötülüğün arkasından hemen iyilik yap ki onu yok etsin. Bir de insanlara
güzel ahlâkla davran! ” 46 buyuran Kutlu Elçi'nin bu samimi ve dürüst insanların dertlerine nasıl çözüm bulacağını anlamak güç olmasa gerek. Bir
Ramazan günü, “Helâk oldum!” feryadıyla Hz. Peygamber'e (sav) gelen bir sahâbî, oruçluyken hanımıyla ilişkiye girdiğini itiraf ederken, cezası ne
ise bir an evvel çekip günah yükünden kurtulmak istiyordu. Allah Resûlü de ona, zıhâr kefareti hükmünün 47 aynısını yani bir köle azat etmesini,
buna imkânı yoksa art arda iki ay oruç tutmasını, buna da gücü yetmezse altmış fakiri doyurmasını uygun görmüştü. 48 Sahâbeden Ebu'l-Yeser
isimli bir zâtın 49 bir başkasının hanımına uygunsuz davrandığını itiraf etmesi üzerine ise şu âyet inmişti: “Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk
saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır.” 50 Allah Resûlü, kendisine gelerek
pişmanlığını ifade eden Ebu'l-Yeser'e, nâzil olan âyeti okuduktan sonra bu tavsiyenin günah işleyen bütün müminler için geçerli olduğunu
bildirmişti. 51 Zira Allah, Kur'ân-ı Kerîm'de, dosdoğru kılınan namazın kişiyi her türlü kötülükten ve hayâsızlıktan alıkoyacağını beyan
etmektedir. 52 Yine Peygamber Efendimiz, inananlara, büyük günahlardan kaçındıkları takdirde beş vakit namazın, kılınan cuma namazları ile
tutulan Ramazan oruçlarının bunlar arasında işlenen günahlara kefaret olacağı müjdesini vermiş, 53 orucun tıpkı bir kalkan gibi 54 insanı
günahlardan koruduğuna dikkat çekmiştir.
Kendi itiraf ve istekleriyle had cezası tatbik edilenlerin çektikleri cezalar, işledikleri günahın kefareti sayılmış olsa da 55 günah kirlerinden tam
anlamıyla kurtulabilmek ancak kişinin günahından samimi bir şekilde pişmanlık duyarak tevbe etmesi ve durumunu düzeltmesiyle
mümkündür. 56 Zira Rahmân olan Allah'ın merhameti her şeyi kuşatır 57 ve O, merhamet etmeyi kendi zâtına farz kılmıştır. 58 “Günahtan
tevbeeden, hiç günahı olmayan kimse gibidir.” 59 buyuran Peygamber Efendimiz, tevbenin, günahtan kararan gönülleri nasıl temizlediğini şu güzel
örnekle ifade etmiştir: “Kul bir hata işlerse kalbine siyah bir nokta konulur. Şayet o günahtan el çeker, bağışlanma diler, tevbe edip Allah'a dönerse kalbi
cilalanır. Eğer tekrar aynı hatayı işlerse siyah nokta artırılır ve neticede bütün kalbini kaplar.” 60
Böylece tevbe edenleri günahlarından arındıran Yüce Allah, bir yandan da, dünya hayatında karşılaşılan musibetleri inanan kulunun affı için bir
vesile kılar. Öyle ki, müminin yorgunluğu da hastalığı da, üzüntüsü de sıkıntısı da, vücuduna batan bir dikene varıncaya kadar kendisine eziyet
veren her şey, işlediği günahlara kefaret sayılır. 61 Resûlullah'ın ifadesiyle
Allah, ağacın yapraklarının dökülmesi gibi, bu sıkıntılarla mümin kulunun günahlarını döker. 62
Ancak Rahmân olan Rabbimizin bu engin merhametine güvenip helâl-haram konusunda gevşek davranmaktan kaçınmak gerekir. Zira bir mümin
her şeyden önce, Allah Resûlü'nün yaptığı gibi, günahlardan ve kötü amellerden uzak durmaya özen göstermelidir. Nitekim Sevgili annemiz Hz.
Âişe'nin bildirdiğine göre Peygamberimiz, iki işten birini tercih etmek durumunda kaldığında, günah olmadığı takdirde kolay olanını seçer; günah
olması hâlinde ise, ondan en uzak duran kimse olurdu. 63 Elinden geldiğince kötüden sakınmak ve sakındırmak, “takva” dediğimiz, Allah'a karşı
sorumluluğunun bilincinde olma hâlinin bir gereğidir. Yüce Allah, kullarına kötülüğün açığına da gizlisine de yaklaşmamalarını emretmiş, 64
günahlardan uzak durmayı öğütleyerek koymuş olduğu sınırlara riayet edilmesi gerektiğini bildirmiştir. 65 Dolayısıyla bilinçli bir mümin, sadece
günahlardan değil, günaha götüren yollardan da uzak durmayı kendine düstur edinir.
Elbette yaratılışı gereği insanın hiç kötülük işlememesi, melekler gibi günahsız ve masum olması imkânsızdır. Nefsi ile mücadelesinin yanı sıra
insanı sürekli kötü amellere teşvik eden bir de şeytan vardır. 66 Sevgili Peygamberimizin şu sözleri Yüce Allah'ın da insandan tamamen günahsız
olmasını beklemediğini göstermektedir: “Canım elinde olana yemin olsun ki, siz günah işlememiş olsanız, Allah sizi ortadan kaldırır da, günah işleyen bir
topluluk getirirdi. Onlar Allah'tan bağışlanma dilerler, O da kendilerini affederdi.” 67 Kur'an'da, “Allah'ın günahkâr kimseyi sevmediği” 68 söylenirken,
günahı önemsemeyen, alenî olarak işleyip etrafına da yayan, kötülüğü alışkanlık hâline getirerek ısrarla tekrarlayan, hatadan sonra pişmanlık
duymayan kimseler kastedilmektedir. Mümine yakışan ise, bütün bu olumsuz tavırlardan uzak durmak ve günah işlediğinde bunu açığa vurup
diğer insanlara kötü örnek olmak yerine günahını saklı tutarak 69 Rahmân'dan af dilemektir. Zira Allah kendisine karşı gelmekten sakınan
kullarını tarif ederken, “Onlar, çirkin bir iş yaptıkları yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler
—ki Allah'tan başka günahları kim bağışlar?— ve bile bile işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir.” 70 buyurmaktadır. Unutulmamalıdır ki, küçük
günahlarda ısrar etmek büyük günahlara kapı açmak demektir.
Yapılan tevbenin kabul olmasının ve günahların affedilmesinin en önemli şartı ise, işlenen hatanın büyük günahlardan olmamasıdır.
Bununla ilgili olarak Yüce Allah Kur'an'da, “Eğer size yasaklanan (günah)ların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel
bir yere koyarız.” 71 buyurmuştur. Daha önce de zikrettiğimiz üzere, Allah'a şirk koşmak, anne-babaya karşı saygısız ve hayırsız davranmak, insan
öldürmek, yalan söylemek, 72 yalancı şahitlik yapmak ve açlık korkusuyla evlâdını öldürmek 73 büyük günah olarak nitelendirilmiş ve bunları
işleyenlerin büyük cezaya çarptırılacağı bildirilmiştir. 74 Bununla birlikte Allah'a şirk koşmak dışındaki günahları Cenâb-ı Allah dilerse bağışlar.
Nitekim Kur'an'da da, “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah'a ortak
koşan, kuşkusuz, derin bir sapıklığa düşmüştür.” 75 buyrulmaktadır.
Kul hakkını ilgilendiren günahlar için ise, kişinin öncelikle haksızlık ettiği kişiden helâllik alması gerekmektedir. 76 Dinimizde kul hakkı o derece
önemsenmiştir ki, Hz. Peygamber, Allah'a karşı görevlerini yaptığı hâlde kul hakkı kapsamındaki günahlarla Allah'ın huzuruna gelecek olan kişiyi
gerçek anlamda iflas etmiş insan olarak tanımlamış ve şöyle buyurmuştur: “Ümmetim içinde asıl müflis, kıyamet gününde namaz, oruç ve zekâtla(rıyla)
beraber gelir. Ama dünyada iken şuna sövmüş, buna iftira atmış; ötekinin malını yemiş; berikinin kanını dökmüş; diğerini de dövmüştür. (İhlal ettiği bu
hakların karşılığı olarak) onun iyiliklerinden alınıp hak sahiplerine verilir. Şayet hesabı görülmeden iyilikleri biterse, onların günahlarından alınarak bunun
üzerine yüklenir; sonra da cehenneme atılır.” 77
Gerek Kur'an'da gerekse hadislerde sevap ve günaha yol açan davranışlar çok değişik kavramlarla ifadesini bulmaktadır. “Hasene/seyyie”, “tayyibhabîs”,
“hayır-şer”, “hasen-kabîh”, “birr-ism” bunların belli başlılarıdır. Bu kavramlarla ifade edilen iyi ve kötü mefhumu konusunda âyet ve
hadisler bize yol göstermektedir. Dolayısıyla iyi ve kötünün, sevap ve günahın belirlenmesinde temel ölçüt Allah ve Resûlü'nün bu konularla ilgili
açık beyanları ve ortaya koydukları ilkelerdir. Bunların yanı sıra diğer bir ölçü ise kişinin aklı ve vicdanıdır. Bireysel vicdan kadar kamu vicdanı da
önemli bir ölçüttür. İslâm hukuk geleneğinde “örf” olarak adlandırılan kavram da esasen her türlü ön yargılardan arınmış şaibesiz aklın yani akl-ı
selimin reddetmediği ve insanlar arasında genel kabule şayan olmuş şeyleri ifade eder. Bu bağlamda fakih sahâbî Abdullah b. Mes'ûd'un da ifade
ettiği gibi, “Müslümanların iyi ve hoş gördükleri hususlar Allah katında da iyidir; Müslümanların kötü ve çirkin olduğuna karar verdikleri şeyler
yani
genel ahlâkî değerlere ters düşen tutum ve davranışlar ise Allah katında da kötüdür.” 78 O hâlde gerek bireysel gerekse toplumsal konulara ilişkin,
“Bu günah mıdır? Şu sevap mıdır?' gibi gündelik tartışmalarda yahut en azından şüpheli durumlarda, Kur'an'ın âyetlerine, Resûl'ün hadislerine ve
yine onun tavsiyesine uyup kalbe, vicdana danışmak kadar kamu ortak vicdanının sesine kulak vermek de gerekir.
Vâbisa'nın, Nevvâs'ın, sevap ve günah kazandıracak davranışların neler olduğunu Peygamberimize soran diğer sahâbîlerin endişesi ortaktı: Allah'ın
hoşnutluğunu ve sevgisini kazanmak, ebedî âlemde sonsuz huzura ve sınırsız nimetlere kavuşmak. Günümüz Müslüman toplumunda bu
endişenin neredeyse kaybolduğunu görmekteyiz. Bu kaygıyı yeniden canlandırmak ise sevabı günahı, helâli haramı, iyiyi kötüyü, tayyibi habisi,
vb. temel kavramları toplumsal yapımızın merkezine taşımamızla mümkün olacaktır. Bireylerin öncelikle kendilerini kontrol ederek sevaba
odaklanmış ve günaha sırtını dönmüş bir hayat için çabaladıkları toplum, elbette huzura ve güvene kavuşacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder