HİBE GÖNÜLLÜ BAĞIŞDIR
Sâlim'in, babası (Abdullah b. Ömer) aracılığıyla rivayet ettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“…Kim kardeşinin ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını giderir…”
(M6578 Müslim, Birr, 58)
***
Ebû Hüreyre'den rivayet edildiğine göre,
Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Kim darda kalan borçluya zaman tanırsa yahut (alacağının tamamını veya bir kısmını) borçluya bağışlarsa, Allah onu, başka hiçbir gölgenin (himayenin)
olmadığı kıyamet gününde kendi arşının gölgesinde (himayesinde) gölgelendirecektir.”
(T1306 Tirmizî, Büyû', 67; M7512 Müslim, Zühd, 74)
***
İbn Ömer ve İbn Abbâs'tan rivayet edildiğine göre,
Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Bir kimsenin hediye verip veya bağışta bulunup sonra bundan vazgeçmesi helâl olmaz. Ancak babası çocuğuna verdiğini geri alabilir…”
(D3539 Ebû Dâvûd, Büyû', (İcâre), 81)
************************
geçiyordu. Devenin sahibi Hz. Ömer ise, biraz da kızarak oğlunun bindiği deveyi durduruyor ve onu tekrar arka tarafa sürüyordu. Bu durumu
gören Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer'e, “Bu hırçın deveni bana satar mısın?” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer derhâl, “Deve senindir ey Allah'ın
Resûlü.” dedi. Ancak Peygamberimiz sözünü yineleyerek deveyi kendisine bedeli mukabilinde satmasını söyledi. Hz. Ömer de emre uydu ve
deveyi sattı. Hz. Resûl, Abdullah'a seslenerek, “Ey Abdullah! Şimdi bu deve senindir. Artık ona istediğini yapabilirsin.” buyurdu. 1 Abdullah bu duruma
çok sevinmişti, artık bindiği deve onundu. Hem de çok sevdiği Resûlullah'ın kendine hibe etmesiyle devenin kıymeti bir kez daha artmıştı
gözünde...
Satın aldığı deveyi Abdullah'a hibe ederek onu sevindiren Allah Resûlü, bu hâdise ile kendisine bir şey bağışlanan kişinin, o şey üzerinde tam yetki
sahibi olduğunu da beyan etmişti. Peygamber Efendimiz, aynı şekilde hicretin dördüncü yılında cereyan eden Zâtü'r-Rikâ' Gazvesi'nden dönüş
yolunda, Câbir b. Abdullah'ın yorgun düşen devesini kendisinden satın almak istediğini söylemiş, Medine'ye vardıktan sonra ücretini ödemiş,
hemen arkasından Câbir'e, “Para da deve de senindir!” demiş ve devesini ona hibe etmişti. 2
Hibe, karşılığını sadece Allah'tan bekleyerek bağışta bulunmak ve Allah'ın kendisine bahşettiği nimetleri, diğer insanlarla paylaşmaktır. Kişinin
değişik vesilelerle malından bir kısmını başkalarına vermesi, çeşitli adlarla anılsa da, üzerinde ısrarla durulan önemli ibadet türlerindendir. Bu,
bazen zekât şeklinde mecburî olabileceği gibi bazen de kişinin kendi isteğine bırakılmış olabilmektedir. İsteğe bağlı bağışlardan biri de, kişinin
malını hayatta iken karşılıksız olarak başkasına vermesi anlamına gelen hibedir. Sadaka, hediye, atıyye, nıhle gibi “karşılıksız verme” anlamına
gelen bütün kavramlar hibe olarak ifade edilebileceği gibi, her birinin daha dar, özel anlamlarının olduğu da söylenebilir. Örneğin, sadaka
karşılıksız olarak
Allah rızası için fakir ve ihtiyaç sahiplerine verilen mal için kullanılırken, hediye daha çok muhatap ile sevgi bağı oluşturmak, 3 toplumsal bağları
güçlendirmek 4 yahut devletlerarası ilişkiler çerçevesinde diplomatik teâmüllere uymak 5 gibi amaçlarla verilen mallar için kullanılmaktadır. Özel
ayrıntıları ifade edebilmek için ayrı ayrı kullanılan bu kavramların 6 bazı hadis rivayetlerinde kısmen birbirinin yerine de kullanıldığı
görülmektedir.
Sevgili Peygamberimiz, hem insanlar arasındaki kardeşliği en üst düzeye çıkarmak, hem de fakir ve zengin arasındaki kaynaşmayı tesis etmek için
diğerkâmlık, paylaşma, ihsan, vefa gibi erdemli davranışların yanında, karşılıksız bağış yapmayı da tavsiye etmiştir. Nitekim kendisinden bir şey
isteyeni asla geri çevirmemiş, 7 yanında verebileceği bir şeyler varsa vermiş; yoksa başka zaman vereceğini söyleyerek isteyen kişinin gönlünü
almıştır. 8
Peygamberimizin dostları, “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” 9 âyetinin
gereği olarak ömürleri boyunca “verme”yi kendilerine şiar edinmişlerdi. Öyle ki, bu âyet indiğinde, Ebû Talha, “Ey Allah'ın Resûlü! Rabbimiz
mallarımızdan dağıtmamızı istiyor. Seni şahit tutarım ki ben Beyrûhâ adlı bahçemi Allah yolunda verdim.” deyince Peygamberimiz (sav), “Bu ne
kârlı bir maldır! Bu ne kârlı bir maldır!” diye onu takdir ettikten sonra bahçeyi onun akrabalarından fakir olan Hassân b. Sâbit ve Übey b. Kâ'b'a
vermesini istemişti. 10
Resûlullah (sav), maddî bakımdan rahatlatmak ve yakınlık kurmak için insanlara hibe verdiği gibi, onları İslâm'a yakınlaştırmak için de bağışta
bulunabiliyordu. Bir defasında yanına gelen bir şahsa bu amaçla bir koyun sürüsü hibe etmiş ve onun kavmine ilâhî mesajı götürmesine vesile
olmuştu. 11 Aynı şekilde yeni Müslüman olan Hevâzin kabilesinin temsilcilerine savaş esirlerini hibe etmeye karar verip ashâbına da dileyenlerin
esirleri hibe edebileceğini bildirmiş, 12 böylece onların gönüllerini hoş ederek sevgilerini kazanmayı hedeflemişti.
Peygamber Efendimiz, çeşitli nedenlerden dolayı bir şeyler isteyenlere de mal hibe ediyordu. Bedir Savaşı'ndan sonra Sa'd b. Ebû Vakkâs, elinde
bir kılıçla Allah Resûlü'nün yanına gelip kılıcı kendisine hibe etmesini istemişti. Ancak Hz. Peygamber, “Bu kılıç ne senindir, ne de benim.” buyurarak
ganimet mallarını taksimattan önce hibe edemeyeceğini bildirmişti. Bir müddet sonra, “(Ey Muhammed!) Sana ganimetler hakkında soruyorlar. De ki:
Ganimetler, Allah'a ve Resûlü'ne aittir.” 13 mealindeki âyet nâzil olunca Allah Resûlü, Sa'd b. Ebû Vakkâs'ı çağırıp, “Sen istediğinde o kılıcı sana verme
yetkisine sahip değildim, ancak şimdi bunu sana verme yetkisini aldım.” dedikten sonra kılıcı ona hibe etmişti. 14
Resûlullah, boynunda iz bırakacak kadar hırçın bir tavırla gömleğini çekiştirip sonra da kendisine bir şeyler verilmesini isteyen bedevîye bile
şefkatle davranmış ve gülümseyerek ona bağışta bulunulmasını emretmişti. 15 Ancak Huneyn ganimetlerinden kendisine de verildiği hâlde
defalarca bunun artırılmasını isteyen Hakîm b. Hızâm'ı itidale çağırarak, büyük bir hırs ve açgözlülükle dünya malına tamah etmenin, insanın iç
dünyasında yapacağı tahribata dikkat çekmişti. 16
Sağlıklı iletişim içerisindeki bireylerden oluşmuş bir toplumun sosyal sıkıntıları çözme kabiliyeti daha fazladır. Bu nedenle Allah Resûlü
Müslümanları birbirlerinin ihtiyaçlarını gidermeye çağırır, “Kim kardeşinin ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını giderir.” buyururdu. 17 Çünkü
gönülden yapılan bağış, bir ihtiyacı karşılamanın ötesinde, veren ve alan arasında sıcak bağlar kurulmasına vesile olarak toplumsal kaynaşmaya
katkı sağlamaktaydı.
Allah Resûlü bazen ashâbından varlıklı olanlara çağrıda bulunarak, onları kamuda ortak kullanılmak üzere hibeye teşvik ederdi. Hz. Osman'ın
Rûme Kuyusu'nu satın alarak insanların ondan ücretsiz istifade etmelerini sağlaması, 18 bu teşviklerin maksadına ulaştığını gösteriyordu. Bazen de
ihtiyaç sahibi birisinin sıkıntısının giderilmesi için hibede bulunulmasını isteyen Allah Resûlü, “Kim darda kalan borçluya zaman tanırsa yahut
(alacağının tamamını veya bir kısmını) borçluya bağışlarsa, Allah onu, başka hiçbir gölgenin (himayenin) olmadığı kıyamet gününde kendi arşının gölgesinde
(himayesinde) gölgelendirecektir.” 19 buyuruyordu.
Hz. Peygamber, aynı zamanda hibenin şeklini ve sınırlarını da açıklamıştır. Bu bağlamda her şeyden önce, kişinin kendi ailesini ve çocuklarını
düşünmeden malının hepsini hibe etmesinin doğru bir davranış olmadığını vurgulamıştır. Aşere-i Mübeşşere'den olan Sa'd b. Ebû Vakkâs,
hastalanmıştı. Hastalığı ağırdı ve iyileşebileceğinden ümidi yoktu. Bu hâldeyken Hz. Peygamber onu ziyaret etti ve “Allah'ım, Sa'd'a şifa ver.
Allah'ım, Sa'd'a şifa ver.” diye onun için üç defa dua etti. Sa'd b. Ebû Vakkâs hastalığının ağırlığını da göz önüne alarak, “Yâ Resûlallah! Ben servet
sahibiyim. Mirasçım olarak bir kızımdan başka kimsem bulunmuyor. Bu sebeple malımın hepsini bağışlamak istiyorum, ne dersiniz?” diye sordu.
Resûlullah (sav), “Hayır, olmaz.” buyurdu. Sa'd, “Üçte ikisini bağışlasam?” deyince, Resûlullah (sav),
“Hayır, o da olmaz.” diye cevap verdi. Bu defa Sa'd, “Peki yarısını bağışlasam?” dedi. Resûlullah (sav), “Hayır.” deyince Sa'd üçte birini bağışlamak
istediğini söyledi. Allah Resûlü, “Üçte biri olur. Aslında üçte bir de çoktur ya!” buyurdu ve sonra şöyle devam etti: “Ey Sa'd! Vârislerini varlıklı
bırakman, onları muhtaç ve halka (sadaka için) ellerini açar bir hâlde bırakmandan şüphesiz daha hayırlıdır. Ey Sa'd! Allah rızası için sarf ettiğin her
nafakanın ecrini alırsın. Hatta yemek yerken hanımının ağzına koyduğun bir lokmadan dolayı bile (sevap kazanırsın.)” 20 Sa'd b. Ebû Vakkâs bu olaydan
sonra daha uzun yıllar yaşadı, dört erkek çocuk ile birçok kız evlâdı daha oldu. 21
Aynı şekilde sahâbeden Tebük savaşından geri kalıp da pişman olan ve tevbe eden Kâ'b b. Mâlik de tevbesi kabul edildikten sonra Kutlu Nebî'ye
gelip, “Allah Teâlâ'nın tevbemi kabul etmesine karşılık bütün malımı Allah ve Resûlü'ne hibe etmek istiyorum.” deyince Kutlu Nebî, “Hayır, malının
bir kısmını kendine bırakman daha hayırlıdır.” 22 buyurmuştu. Böylece Hz. Peygamber, bir yandan bağış yapmaya teşvik ederken, öte yandan bunun
sınırının ne olması gerektiğini de öğretiyor, kişiyi, bağış yapmadan önce sorumlu olduğu aile bireylerini düşünmeye sevk ediyordu.
Peygamber Efendimiz Medine'ye vardığında, devesi Müslümanların o sırada namaz kılma yeri olarak seçtikleri yere çökmüştü. Burası daha evvel
Es'ad b. Zürâre'nin terbiyesinde bulunan Süheyl ve Sehl adlı iki yetim çocuğa ait olup hurma kurutmak için kullanılan bir harman yeriydi.
Resûlullah, “İnşallah burası bizim konaklayacağımız yerdir.” buyurduktan sonra bu iki genci davet edip, orayı mescit yapmak üzere onlardan satın
almak istedi. Yetim olan bu iki genç ise satmak yerine burayı Resûlullah'a hibe etmek istediler. Fakat Allah Resûlü, çocukların bu hibesini kabul
etmedi. Belirlenen bir bedel karşılığında arsayı satın aldı ve Mescid-i Nebevî'yi bu arsa üzerine bina etti. 23
Hibenin esas itibariyle insanlar arasında sevgi, dostluk ve yardımlaşmayı teşvik eden ve geliştiren hoş bir davranış olduğu dikkate alınarak, bu
güzelliği gölgeleyecek her türlü tavırdan kaçınmak gerekir. Hele bunu tam aksi bir duruma çevirerek, yapılan hibe neticesinde bazılarının gönlünü
kırmak, insanlar arasında kin ve düşmanlığa sebebiyet verecek şekilde bağışta bulunmak doğru değildir. Bu konuda sık karşılaşılan bir durum
olarak, çocuklar ve aile bireyleri arasında adalet gözetilmeksizin yapılan hibelerin yol açtığı tatsızlıklara dikkat çekilebilir. Anne ve babaların
sağlıklarında çocuklarına yaptıkları hibede, onlar arasında adalete riayet
etmeleri, her şeyden önce Resûl-i Ekrem'in uygulama ve tavsiyelerinde yer alan bir husustur. O (sav), anne ve babanın, çocuklarına hibede
bulunduklarında âdil davranmaları gerektiğini; bir çocuğuna hibede bulunup diğerlerini bundan mahrum bırakmamaları gerektiğini ısrarla
vurgulamıştır. Nitekim sahâbeden Beşîr b. Sa'd, oğlu Nu'mân'a malından bir kısmını hibe etmiş ve Peygamber Efendimizi buna şahit tutmak
istemişti. Hz. Peygamber ona, “Öteki çocuklarına da bunun benzerini bağışladın mı?” diye sormuş, “Hayır.” cevabını alması üzerine ise, “Allah'tan
korkun, çocuklarınız arasında adaleti gözetin!” buyurarak, Beşîr'den yaptığı hibesinden geri dönmesini istemişti. O da diğer çocuklardan ayrı olarak
sadece Nu'mân'a ettiği hibeden vazgeçmişti. 24 Bu bağlamda İslâm âlimleri de, evlâtlar arasındaki bağış ve hediyede, cinsiyet dâhil herhangi bir
ayrımcılığa gidilmemesi noktasında uyarılarda bulunmuşlardır. 25
Hz. Ebû Bekir'in, kızı Hz. Âişe'ye Gâbe denilen yerden toplanacak yirmi vesk (yaklaşık 2612 kg.) hurmayı hibe ettikten sonra, hibesinden geri
dönerken sarf ettiği sözler, onun hibede bulunurken çocukları arasında ne kadar adaletli davrandığını gösterir: “Kızım, vallahi ölümümden sonra
senin zengin olmanı herkesten daha çok isterim. Fakir olmana da çok üzülürüm. Sana toplanacak yirmi vesk hurma bağışlamıştım. Şimdiye kadar
topladıkların senindir. Fakat onlar bugün vâris malı olmuştur. Senin iki erkek ve iki de kız kardeşin var. Geri kalanı, Allah'ın Kitabı'na uygun
olarak aranızda paylaşın.” 26
Aynı şekilde Resûl-i Ekrem'in, “Şüphesiz ki Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. Hiçbir vârise vasiyet edilemez.” 27 buyurarak, vârise vasiyette
bulunulmasını yasaklamasında da akrabalar ve vârisler arasında kayırım yapılmasına engel olma; mal dağılımı ve bölüşümünde huzursuzluk ve
ayrışmaya sebep olacak davranışların önüne geçme düşüncesi bulunmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber'in, hibenin geri alınmamasıyla ilgili bir istisna
getirerek, “Bir kimsenin hediye verip veya bağışta bulunup sonra bundan vazgeçmesi helâl olmaz. Ancak babası çocuğuna verdiğini geri alabilir.” buyurması
da 28 bu bağlamda yapılan yanlışların düzeltilmesine imkân tanıyacak bir husus olarak değerlendirilebilir.
Diğer taraftan eşler de birbirlerine hibede bulunabilir, aralarındaki ilişkiyi besleyecek ve kırgınlık oluşturmayacak şekilde birbirlerine bağış ve
hediye sunabilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'in, “Kadınlara mehirlerini gönül rızası ile (cömertçe) verin; eğer gönül hoşluğu ile o mehrin bir kısmını size
bağışlarlarsa
onu da afiyetle yiyin!” 29 âyetinde kadınların kocalarından aldıkları mehri kocalarına hibe edebileceklerine işaret edilmektedir.
Hz. Peygamber, herhangi bir çıkar karşılığında hibe alınmasını hoş karşılamamış ve karşılığında bir çıkar gözetilerek verilen hibenin kabul
edilmemesini istemiştir. 30 Hibede bulunacak kişinin sadece bireyin ve toplumun menfaatini ve yaptığı hibenin sevabını gözetmesi gerekir.
Buradan hareketle bazı âlimler zekât nisabına ulaşmaması için develerinin bir kısmını hibe eden kişinin art niyet taşıdığı için hiçbir sevaba
ulaşmayacağını söylemişlerdir. 31 Yine bu cümleden olarak Allah Resûlü, bir kadının, aile huzurunu bozacak şekilde 32 kocasının razı olmayacağı
hibelerde bulunmamasını tavsiye etmiştir. 33
Yapılan bağıştan geri dönülmesini de yasaklayan Resûlullah (sav), bağışlananın eline geçmesinden sonra, her ne sebeple olursa olsun bağışın geri
alınmasının ne kadar çirkin ve kötü bir iş olduğunu anlatmak için ağır bir benzetmeye başvurmuş, hibesinden dönen kimseyi, kusup da sonra
dönerek kusmuğunu yiyen köpeğe benzetmişti. 34 Yaptığı hibeyi bedeli mukabilinde geri almak isteyen Hz. Ömer'i de bu davranışından şiddetle
menetmişti. Hz. Ömer, cihad etmesi için adamın birine bir at bağışlamıştı. Daha sonra adam o atı satmak istemişti veya atın bakımını iyi
yapamamıştı. Hz. Ömer de parasını verip atı geri almak istedi. Durumu Hz. Peygamber'e danıştı. Resûlullah onu bundan menederek şöyle
buyurdu: “O, bu atı sana bir dirheme verse dahi satın alma. Çünkü hibesine dönen kişi, kustuğu şeyi yemeye dönen köpeğe benzer.” 35
Bir de Arapların umrâ, rukbâ ve süknâ şeklinde isimlendirdikleri şartlı hibe uygulamaları vardı. 36 Onlar, bağışlayanın hayatta olması kaydına bağlı
olarak verdikleri hibeye “umrâ”, iki taraftan birinin ölümü hâlinde malın diğerine geçmesi şeklinde verdiklerine “rukbâ”, bir şahsa yaşadığı
müddetçe evde oturma hakkının bağışlanmasına da “süknâ” diyorlardı. 37 İnsanlar, birbirlerine bu şekilde hibede bulunuyorlardı. Ancak bu tür
hibeler uzun süreli olduğu için taraflardan biri vefat edince vârislerin malın kime kalacağı hususunda ihtilâfa düşme ihtimali vardı. Umrâ ve rukbâ
şeklinde verilen bu hibeler, verene ait olmaya devam edecek miydi, yoksa verilen kişinin mülkiyetine mi geçecekti?
Peygamber Efendimiz bütün malî konularda olduğu gibi bu tür uygulamalarda da şartların anlaşılır bir şekilde belirlenmesini tavsiye ediyordu.
Câbir b. Abdullah tarafından nakledilen, “'Bu senin ve çocuklarının olsun.'
şeklinde verilen umrâ, verilende sürekli kalır. Ancak, 'Bu mal yaşadığın müddetçe senin olsun.' denilerek verilen mal, bu kişi öldükten sonra sahibine döner.”
hadisi 38 bu tür hibelerin nasıl verilmesi gerektiğini izah etmekteydi. “Hangimiz ölürse” tabirine bağlı kalınarak verilen hibe çeşidi (rukbâ),
belirsizlik oluşturup vârislerin anlaşmazlığına neden olabilirdi. Dolayısıyla bu uygulamanın anlaşılabilir ve ihtilâfa neden olmayan bir hâle
dönüştürülmesi gerekiyordu. Peygamber Efendimizin, “Rukbâ yoluyla mallarınızı birbirinize vermeyiniz. (Ancak yine) o şekilde bir mal elde eden kişi, o
malın sahibidir.” 39 anlamında buyurduğu birçok hadiste 40 rukbâ suretiyle verilen bağışları hoş karşılamadığı ancak bu şekilde verilen malların
sürekli bir hibe olarak kabul edilebileceğini tavsiye ettiği anlaşılmaktadır. Böylece Efendimiz, rukbâ yoluyla verilen hibelerin verilen kişiye ait
olacağını belirterek belirsizliğin önüne geçmiş oluyordu. Ancak kişilerin iki tarafın ölüm şartına bağlı olmaksızın süreyi ve miktarı belirleyerek
verdikleri bağışların geçerli olduğu hususu yine Peygamber Efendimizin hadislerinden anlaşılmaktadır. 41
Süknâ konusunda yaşanan bir örnek ise şöyledir: Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'a kız kardeşi Hz. Hafsa'dan miras olarak bir ev düşmüştü. Hz. Hafsa
bu evi Zeyd b. Hattâb'ın kızına ömür boyu mesken olarak kullanması (süknâ) için vermişti. Zeyd'in kızı ölünce, Abdullah b. Ömer kendisinin
olduğu görüşüyle bu eve sahip olmuştur. 42 Böylece süknâ şeklinde verilen bir malın, ücret alınmadan kullanılan bir mal gibi olduğu ve kullanan
kişinin ölümü hâlinde sahibine tekrar döneceği anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak hibe; hediye, sadaka, vakıf gibi karşılığını Allah'tan bekleyerek yapılan bağışları ifade eden genel bir kavramdır. Hibenin, bağışlayan
ve bağışlanan açısından insanî ve ahlâkî bakımdan nasıl olması gerektiğini ise Peygamber Efendimizin sünneti belirlemektedir. Hibe kişinin
ihtiyacına göre nakit para olabileceği gibi, kullanabileceği herhangi bir eşya veya gayri menkul de olabilir. Barınabileceği bir mesken veya
sürebileceği bir arazi de olabilir. Sevabı sadece Allah'tan umularak, samimi bir şekilde ve malın iyisinden yapılan bağış aynı zamanda kişiyi ruhî
olarak da olgunlaştırır. Hibenin herhangi bir çıkar maksadıyla yahut bir yükümlülükten kaçmak için verilmesi ve hibe alanların aşırı heveskâr
tutumları ise dinimizce tasvip edilmemiştir. Kişiyi ve bakmakla yükümlü olduklarını maddî olarak sıkıntıda bırakacak bir hibenin yapılmaması
önerilmiş, hibeden geri dönülmesi de uygun görülmemiştir. Bu konudaki tek istisna çocuklarına karşı adaletli olmaları gereken ebeveynin, bazı
çocuklarına
yaptığı hibeden dönebilmeleridir ki, bu da toplumsal kargaşaya sebebiyet vermemesi için önemlidir. Rabbinin kendisine ikram ettiklerinden
hibede bulunan ve bu davranışıyla makam, hürmet, şöhret, bakım gibi dünya menfaatlerine değil de Allah Teâlâ'nın rızasına kavuşmayı arzulayan
kimse elbette şu âyetlerin bilinci ile hareket etmiş olur: “Onun için kim (elinde bulunandan) verir, Allah'a karşı gelmekten sakınır ve en güzel sözü
(kelime-i tevhidi) tasdik ederse, biz onu en kolay olana kolayca iletiriz. Fakat kim cimrilik eder, kendini Allah'a muhtaç görmez ve en güzel sözü (kelime-i
tevhidi) yalanlarsa, biz de onu en zor olana kolayca iletiriz.” 43
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder