ÇOCUK SEVGİ VE ŞEFKAT MEYVESİDİR
Ebû Musa anlatıyor: “Bir oğlum oldu. Onu Peygamber'e (sav) getirdim. Adını İbrâhim koydu ve bir hurmayı ezip yumuşatarak ağzına verdi. Daha sonra (hayırlı ve)
bereketli olsun diye dua edip çocuğu bana geri verdi…”
(B6198 Buhârî, Edeb, 109)
bereketli olsun diye dua edip çocuğu bana geri verdi…”
(B6198 Buhârî, Edeb, 109)
***
Ebu'd-Derdâ'nın naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ki siz kıyamet günü isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız. O hâlde
(çocuklarınıza) güzel isimler koyun.”
(D4948 Ebû Dâvûd, Edeb, 61)
***
Ubeydullah b. Ebû Râfi', babasının şöyle dediğini naklediyor: “Fâtıma onu dünyaya getirdiğinde, Ali'nin oğlu Hasan'ın kulağına Resûlullah'ın (sav) namaz ezanı gibi
ezan okuduğunu gördüm.”
(T1514 Tirmizî, Edâhî, 16)
***
Selmân b. Âmir ed-Dabbî'nin işittiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Çocuk dünyaya gelince onun için bir akîka kurbanı kesilir. Onun adına akîka kurbanı
kesin ve (saçını tıraş etmek suretiyle) onu rahatlatın.”
(B5472 Buhârî, Akîka, 2)
***
Ali b. Ebû Tâlib şöyle demiştir: “Resûlullah (sav) (torunu) Hasan için akîka olarak bir koyun kurban etti ve 'Fâtıma, onun başını tıraş et ve saçının ağırlığı kadar gümüşü
sadaka olarak ver.' buyurdu.”
(T1519 Tirmizî, Edâhî, 19)
(çocuklarınıza) güzel isimler koyun.”
(D4948 Ebû Dâvûd, Edeb, 61)
***
Ubeydullah b. Ebû Râfi', babasının şöyle dediğini naklediyor: “Fâtıma onu dünyaya getirdiğinde, Ali'nin oğlu Hasan'ın kulağına Resûlullah'ın (sav) namaz ezanı gibi
ezan okuduğunu gördüm.”
(T1514 Tirmizî, Edâhî, 16)
***
Selmân b. Âmir ed-Dabbî'nin işittiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Çocuk dünyaya gelince onun için bir akîka kurbanı kesilir. Onun adına akîka kurbanı
kesin ve (saçını tıraş etmek suretiyle) onu rahatlatın.”
(B5472 Buhârî, Akîka, 2)
***
Ali b. Ebû Tâlib şöyle demiştir: “Resûlullah (sav) (torunu) Hasan için akîka olarak bir koyun kurban etti ve 'Fâtıma, onun başını tıraş et ve saçının ağırlığı kadar gümüşü
sadaka olarak ver.' buyurdu.”
(T1519 Tirmizî, Edâhî, 19)
***********************
Mekke ile Medine arasında uzayıp giden hicret yolunun yolcusu bu defa hamile bir anne idi. Sevgili Peygamberimiz, sadık dostu Hz. Ebû Bekir ile birlikte aynı
yollardan geçeli iki sene olmuştu. Kutsal yolculuklarında onlara gizlice azık taşıyan, kuşağını ikiye bölüp su kırbasının ve azık torbasının ağzını bağlayan Esmâ, 1
aşina olduğu kum tepelerini şimdi kendisi tırmanıyordu. Ama bu defa meşakkat bir başkaydı. Bebeğinin doğumuna sadece birkaç gün kalmış olması onu yordukça
yoruyor, mesafe tükenmek bilmiyordu. Sonunda Medine yakınlarındaki Kubâ köyü görünmüştü. Nihayet Esmâ'yı babası Hz. Ebû Bekir'e ve Allah'ın Resûlü'ne
kavuşturacak olan çetin yolculuk sona ermişti. Ama Kubâ'da onu bekleyen bir başka sürpriz vardı: Yavrusunun da anne karnındaki yolculuğu sona ermiş ve ailesine
kavuşma ânı gelmişti!
Esmâ'nın Kubâ'da doğum yapması, sadece kendisini değil daha önce hicret eden bütün Müslümanları sevince boğmuştu. Bu minik oğlan, Medine'de doğan ilk
muhacir evlâdıydı. İçlerinden bir türlü atamadıkları korku sona ermiş, Yahudilerin Medine'ye göç eden Müslümanlara büyü yaptıkları ve bir daha çocukları
olmayacağı şeklinde dalga dalga yayılan söylenti asılsız çıkmıştı. 2
Kıymetli bir bebekti. Dedesi Hz. Ebû Bekir, babası cennetle müjdelenen on sahâbîden birisi olan Zübeyr b. Avvâm'dı. Annesi onu Peygamber Efendimizin kollarına
bıraktığında daha ne bir adı, ne de dünya nimetleriyle tanışıklığı vardı. Allah'ın Resûlü, bebeği şefkatle kucakladı. Bu küçük töreni izleyenlerden bir hurma istedi ve
hurmayı bir süre ağzında ıslatarak yumuşattıktan sonra bebeğin damağını bu hurma ile ovdu. Sonra dua etti Peygamberimiz. Bebeğin hayatı için hayır ve bereket
diledi. Ve adı kondu: Abdullah. 3 Geleceğin halifesi, cesur ve âbid kumandan Abdullah b. Zübeyr...
Zor ya da kolay, neşeli ya da hüzünlü, umutlu ya da ümitsiz... Hangi şartlarda olursa olsun hayata merhaba diyen her bebek, Allah'ın emanetine yakışır bir karşılamayı
hak eder. Yüce Rabbimiz, kız mı erkek mi olacağını belirleyip 4 rızkını ve ecelini tayin ettikten sonra 5 onu bu dünya ile tanıştırmıştır.
Büyüklerin kucağına, zorlu bir sınav olmakla beraber 6 evlerine daha fazla rızık girmesine vesile olacak 7 ve hayatlarına neşe katacak yeni bir emanet yollamıştır. Bu
taze cana verilecek emek, bir ömür sürecektir. Çünkü insan evlâdı, hayatı boyunca ebeveyninin ilgi, sevgi, şefkat ve desteğini yanı başında hissetmeye muhtaçtır. Anne
babası, maddî ve mânevî her türlü yardımdan oluşan görevler listesini aslında onun doğumundan önce okumaya başlamıştır bile. Doğum yeni bir merhaledir sadece;
hayat boyu tırmanacağı merdivenlerin ilk basamağı, kat edeceği mesafelerin ilk durağıdır.
Bebeğin doğumu ile aileye yeni bir ferdin katılması, heyecan uyandırdığı kadar sorumluluk duygularını da pekiştirir. Her ne kadar ailenin diğer fertleri yaşlarına göre
yeni yükümlülükleri paylaşmak durumunda kalsalar da şüphesiz yükün ağır kısmı anne babanın omuzundadır. Öncelikle anne baba, “Eğer bize iyi ve sağlıklı bir
çocuk verirsen, elbette şükredenlerden olacağız.” diye dua eden ama bebek dünyaya geldikten sonra onu gönderene ortak koşan ebeveynlerden olmamalıdırlar. 8
Cinsiyetine bakmaksızın yavrularını bağırlarına basmalı, kızı olunca utanıp üzülen 9 ama oğlu olduğunda sevinip coşan cahiller güruhuna katılmamalıdırlar. Dünya
hayatının süsü olan çocuklarının 10 ne kadar değerli birer nimet olduğunu akıllarından çıkarmamalı, aynı zamanda Allah'ın onlar vasıtasıyla kendilerini imtihan
ettiğini 11 göz ardı etmemelidirler. İlk günden itibaren çocuklarına merhametin en derinini ve muhabbetin en safını sunmalıdırlar.
Peygamber Efendimizin hayatına baktığımızda, çocuk gibi masum bir misafire ilk ikramın hurma olduğunu görüyoruz. Bir lokmacık yumuşatılmış hurma, dualar
eşliğinde bebeğin ağzına verilirken, hayata tatlı bir başlangıç yapılmış olmaktadır. Elbette doyumluk değil tadımlık olan bu lokmayı emen bebek, hemen ardından
anne sütü ile tanışacak ve iki yıla kadar uzanan bir süreçte annesinden beslenecektir. 12 Hurmanın bereketli bir gıda olduğunu belirten Resûlullah, 13 küçük
yardımcısı Enes'in yeni doğan kardeşini de “tahnîk” denilen bu gelenekle karşılamıştır. 14 Nitekim annesi Ümmü Süleym'in bebeği henüz emzirmeden önce kendisine
verip Peygamberimize gönderdiğini anlatan Enes, sözlerine şöyle devam etmektedir: “Resûlullah'ı bulduğumda zekâtlık hayvanları damgalamakla meşguldü. Beni
görünce, 'Galiba Ümmü Süleym doğum yaptı.' dedi ve hemen elindeki damga âletini bıraktı. Ben de bebeği onun kucağına koydum. Medine'nin acve hurmasından bir
tane isteyen Allah'ın Resûlü, hurmayı eriyene kadar ağzında çiğneyip yumuşattıktan sonra bebeğin ağzına tuttu.
Hurmanın tadını alan bebek yalanmaya başlamıştı. Bunun üzerine, 'Ensarın hurmayı nasıl sevdiğine bir bakın!' buyuran Resûlullah, yavrunun yüzünü okşadı ve ona
Abdullah ismini verdi.” 15
Bebeğe hayır ve bereket duaları ile hoş geldin demek, Peygamber Efendimizin âdetidir. Ashâb, yeni doğan yavrularını kucaklayıp vakit kaybetmeden onu ziyarete
getirdiklerinde, Efendimiz bir yandan hurma ile çiğnem yaparken bir yandan da dua buyurur. Muhterem bir ağızdan dökülen dualarla ruhu okşanan bebek için,
kendisi adına Allah'a yalvaran bir sesi dinlemek ne büyük huzurdur! Oğlunu bu mutluluktan mahrum bırakmak istemeyen Ebû Musa da bebeği yanına getirdiğinde
Peygamberimizin dualarla birlikte ona İbrâhim adını verdiğini ve ezdiği bir hurmayı onun ağzına koyduğunu anlatmaktadır. 16
Ad koyma ise, başlı başına bir törendir. Çok eski zamanlardan beri insanların, ismi ile müsemma olmasını umdukları çocukları için ad seçerken ne kadar özenli
davrandıklarına tarih şahittir. Ömür boyu anılacağı bu adı bebeğin kulağına söylemek için yapılan törenler, bugün de devam etmektedir. İşte bu zincirin bir halkası
olarak Peygamberimiz de çocuğa isim koymayı sıradan bir olay kabul etmeyip önemsemiştir. O, “Muhakkak ki siz kıyamet günü isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle
çağırılacaksınız. O hâlde (çocuklarınıza) güzel isimler koyun.” 17 buyururken, anne babalara bu konudaki sorumluluklarını hatırlatmaktadır.
Resûl-i Ekrem, telaffuzu hoş olduğu kadar anlamı da güzel olan isimlerin tercih edilmesini istemiştir. Çocuklarına “Harb” yani “Savaş” adını vermekte ısrar eden Hz.
Ali'ye bizzat engel olmuş ve torunlarına “iyilik ve güzellik” mânâsındaki Hasan ve Hüseyin adlarını vermiştir. 18 Adını her duyduğunda kendisini adıyla özdeşleştiren
çocuğun, davranışlarına da ona göre yön vereceği düşünüldüğünde, Peygamberimizin isim konusundaki hassasiyetini anlamak zor değildir. Sırf bu yüzden Efendimiz
(sav), şirke ait unsurlar taşıyan ya da kötü çağrışımlara sebep olan isimlerin konulmasına karşı çıkmış, hatta ileri yaştaki kişilerde bile olsa böyle isimleri
değiştirmiştir. 19 Hayatı anlamlı kılarak sahibini hayra yönelten adları öne çıkarmış ve Allah'a kul olmayı ifade eden Abdullah ve Abdurrahman isimlerinden
Rabbimizin hoşlandığını belirtmiştir. 20 Aynı zihniyetle çocuklara peygamber isimleri verilmesini tavsiye etmiş, 21 kendisi de en küçük oğlu dünyaya geldiğinde, “Bu
gece bir oğlum doğdu, ona dedem İbrâhim'in adını verdim.” 22 buyurarak bu tavsiyesini pekiştirmiştir.
Diğer yandan bebeğin ezân-ı Muhammedî ile tanıştırılması, ad koyma merasiminin vazgeçilmez bir parçasıdır. Resûl-i Ekrem, torunu Hasan dünyaya geldiğinde
kulağına tıpkı namaz vakitlerinde okunduğu gibi ezan okumuştur. 23 Hafif bir sesle sağ kulağına ezan, sol kulağına da kâmet okunan bebek, İslâm inancının üç temel
ilkesini ilk defa dinlemiş olur. Zira ezan ona, Allah'ın varlığını ve birliğini, Hz. Muhammed'in O'nun elçisi olduğunu ve asıl kurtuluşun ibadet yoluyla âhirette elde
edilecek mutlulukta bulunduğunu söylemektedir.
Adı güzel kendi güzel Peygamberimiz, çocuğa adının ne zaman konulacağını merak eden anne babalara şöyle cevap vermektedir: “Her çocuk doğumunun yedinci
gününde kendisi için kesilecek akîka kurbanı karşılığında rehin (gibi)dir. Aynı gün saçı tıraş edilir ve adı koyulur.” 24 Kendi oğluna doğduğu gece isim veren 25
Peygamberimizin bu görevin yedinci günden daha fazla geciktirilmemesini arzu ettiği anlaşılmaktadır.
Görüldüğü üzere Peygamber Efendimizin anne babadan bir diğer isteği de kendilerine evlât bahşeden Allah'a minnettarlıklarının ifadesi olarak kurban
kesmeleridir. 26 “Akîka” olarak adlandırılan bu kurban, sağ salim doğan çocuğun canının bedelidir, dense yeridir. Tıpkı bir oğlu olursa onu kurban etmeyi adayan Hz.
İbrâhim'e, ahdini yerine getirmek zorunda kaldığında Allah tarafından gönderilen koç gibi! 27 İsmâil'in canına bedel olarak gelen bu büyük mükâfatın hatırası ile
Resûl-i Ekrem, babalara akîka keserek rehin olan yavrularını özgürlüğe kavuşturmalarını tavsiye etmektedir. Aslında bu âdetin İslâmiyet öncesi Arap toplumunda da
mevcut olduğunu ve Peygamberimizin sevgili eşi Hz. Hatice'nin dünyaya gelen oğulları ve kızları için kurban kestirdiğini bilmekteyiz. 28 Nitekim sahâbîlerden Ebû
Büreyde bu geleneği anlatırken şöyle demektedir: “Câhiliye döneminde birimizin çocuğu dünyaya geldiğinde bir koyun keser, kanını da çocuğun başına sürerdik.
Allah İslâm'ı gönderdikten sonra yine kurban kesmeye devam ettik ama çocuğun başını tıraş edip güzel kokması için safran sürmeye başladık.” 29
Risâletinden sonra da bu anlamlı geleneği sürdüren Efendimiz, torunları Hasan ve Hüseyin için akîka olarak birer koç kurban etmiş 30 ve yeni doğan çocuklar için
akîka kurbanı kesmeyi tavsiye etmiştir. 31 Ancak akîkanın kanını çocuğun alnına sürme veya başına damlatma âdeti bugün bile ısrarla sürdürülmekteyse de
Peygamberimizin sünnetine uygun değildir. Bunun yerine Resûl-i Ekrem, saçlı doğan bebeklerin saçlarının tıraş
edilmesini, bu sayede kirden arınıp rahatlamalarının sağlanmasını tavsiye etmektedir. 32 Ayrıca kendi torunu doğduğunda, tıraş edilen saçlarının tartılmasını ve
ağırlığınca gümüşün sadaka olarak verilmesini istemiş, 33 Hz. Fâtıma da kız olsun erkek olsun bütün çocuklarında bu emri yerine getirmiştir. 34 Tıraştan sonra
yıkanıp güzel kokularla süslenen bebek için anne karnındaki karanlık ve bulanık hayatın aksine tertemiz ve berrak bir ömür başlamış demektir.
Anne sütü ile dünya nimetlerini tatmaya başlayan, adı konunca bir kimliğe kavuşan, ezanı dinleyince ilk tebliğe muhatap olan, kurbanı kesilince canının şükrü eda
edilen, saçları tıraş edilince temizlenen çocuğa sunulması gereken bir hizmet daha vardır: Onu sünnet etmek. Oğlan çocuğun sünnet olması, sadece dinî bir gereklilik
değil, sağlık açısından da gayet önemli bir adımdır.
İslâm inancı ile şekillenen kültürümüzde, erkeğin sünnetli olması, Müslüman olmasının bir işareti olarak görülmüştür. Elbette bu kanaatin yerleşmesini sağlayan,
Peygamberimizin yeni Müslüman olanlara, “Sünnet ol.” buyurmasıdır. 35 Böylelikle inancının gereğini açıkça bedeninde uygulamaktan çekinmeyen kişi, kendisini
sıkıntıya sokacak birçok rahatsızlıktan da korunmuş olacaktır. “İnsanın fıtratı gereği yapması gereken beş şey vardır: Sünnet olmak, kasıkları tıraş etmek, tırnakları kesmek,
koltuk altını temizlemek ve bıyıkları kısaltmak.” 36 buyuran Peygamber Efendimiz, nesiller boyu süregelen böyle bir alışkanlığın aslında yaratılışın gereği olduğunu
öğretmiştir.
Her ne kadar Peygamberimiz hayatta iken sünnet töreni yapma ve düğün yemeklerine benzer biçimde ziyafet verme âdeti bulunmamaktaysa da, onun vefatından kısa
süre sonra ashâbın böyle bir geleneği başlattığını görmekteyiz. Meselâ Abdullah b. Ömer, oğlunu sünnet ettirdiğinde koç keserek misafirlerini ağırlamış, 37 Hz. Ömer
de def eşliğinde yapılan bir eğlence sesi duymuş, “Bu nedir?” diye sorduğunda, “Düğün yahut da sünnettir.” cevabı verilmiştir. 38 Bu tür kutlamalarda elbette
Peygamberimizin düğün yemekleri için dile getirdiği uyarılar dikkate alınmalı, sadece zengin dostlar ve eşraf değil, muhtaç aileler de sofralara davet edilmeli, 39 israf
ve gösterişten kaçınılmalıdır. Belki de en önemlisi böyle bir merasim ile İbrâhim Peygamber'in yolunu izleyen çocuğun, Resûlullah'ın sünnetine uygun bir hayat
sürmesi için dualar edilmelidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder